top of page

Yeni Evrensel Insan Hakları Beyannamesine Doğru (I)

Boaventura de Sousa Santos

Çev.: Yusuf Enes Karataş


17. yüzyılın büyük filozofu Baruch de Spinoza, iki temel insani duygunun (ya da onun deyimiyle “duygulanım”ın) korku ve umut olduğunu yazmış ve ikisi arasında bir denge kurulması gerektiğini öne sürmüştür çünkü umutla karışmayan korku umutsuzluğa, korkuyla karışmayan umut ise yıkıcı özgüvene yol açabilir.


Bu fikir, her ne kadar henüz dar bir kapsama sahipse de özellikle de sanal gerçeklik, anlık kişilerarası dijital iletişim, endüstriyel eğlencenin kitleselleşmesi ile ticari ve politik mikro hedef hizmetlerinin bireyselleştirilmesi ile birlikte kolektif his giderek daha fazla bireysel hisse “benzer” hâle geldiği bir zamanda, çağdaş toplumlara uygulanabilir. Bu nedenle, günümüzde duyduklarınız ve okuduklarınızla hemen özdeşleşirsiniz (daha önce gerçekten “bu”nu hiç düşünmemiş olsanız bile “ben de böyle düşünüyorum” dersiniz). Tiksinmede de durum aynıdır (daha önce “o”ndan gerçekten hiç nefret etmemiş olsanız bile “ondan tiksinmek için nedenlerim olduğunu biliyordum” dersiniz). Böylece, kolektif his, bireylerin geçmişinin geleceğinde bir yerde, kolayca icat edilmiş bir hafıza hâline gelir. Bunun mümkün olmasının tek sebebi elbette, herhangi bir alternatifin yokluğunda, maddi yaşam koşullarının bozulmasının sizi statükonun güven veren onaylarına karşı savunmasız hâle getirmesidir.


Umut ve korkuyu bir kere kolektif bir hisse dönüştürdüğümüzde, korku ve umudun küresel dağılımının bir daha hiçbir zaman bu kadar eşitsiz olamayacağı sonucuna varırız. Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu korku – açlık, savaş, şiddet, hastalık, işverenler, işini kaybetme veya hiç iş bulamama olasılığı, bir sonraki kuraklık veya sel korkusu – içinde yaşıyor. Bu korku, neredeyse her zaman, işleri daha iyi hale getirmek için bir şeyler yapılabileceğine dair en ufak bir umut olmadan yaşanır.


Buna karşılık, dünya nüfusunun küçük bir kısmı o denli umut içinde yaşıyor ki tamamen korku duygusundan bihaber görünüyorlar. Herhangi bir düşmandan korkmazlar çünkü düşmanın yok edildiğini veya silahsızlandırıldığını düşünürler; hür türlü riske karşı sigortalı oldukları için geleceğin belirsizliklerinden korkmazlar; memleketlerindeki belirsizliklerden korkmazlar çünkü her an başka bir ülkeye taşınabilirler (hatta başka gezegenleri işgal etme ihtimalini bile araştırırlar); şiddetten korkmazlar çünkü güvenlik uzmanları, gelişmiş alarm sistemleri, elektrikli duvarlar ve özel ordular hizmetlerine sunulmuştur.


Korku ve umudun küresel anlamda sosyal bölünmesi o kadar eşitsiz ki otuz yıldan daha kısa bir süre önce düşünülemez olan bir dizi fenomen artık bize yeni bir normalin olağan özellikleri gibi geliyor. İşçiler, hiçbir hakka sahip olmaksızın, emek yoluyla giderek daha fazla sömürülmeyi “kabul ediyorlar”; genç girişimciler özerkliği kendini köleleştirmeyle “karıştırıyor”; ırksallaştırılmış popülasyonlar, genellikle sözde ırkçı olmayanlar tarafından ırkçı önyargılarla karşı karşıya bırakılıyorlar; Kadınlar ve LGBTQ bireyler, feminist ve homofobi karşıtı hareketlerin tüm kazanımlarına rağmen, toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin kurbanı olmaya devam ediyorlar; ve “yanlış” dinlere inananlar kadar inanmayanlar da köktenciliğin en kötü biçimlerinin kurbanlarıdır.


Çoğunluğun çıkarı için çoğunluğun yönetimi olarak demokrasi, politik düzeyde, azınlığın çıkarı için azınlığın yönetimine dönüşme eğilimindedir; demokratik normallik, faşist eğilimli istisna halinin kendi içine sızmasına izin verirken aynı zamanda, zayıfı güçlünün keyfi iktidarına karşı koruyan hukuk imparatorluğu olarak kavranan yargı sistemi yavaş yavaş güçlünün mazlumlara, faşistlerin demokratlara karşı yürüttüğü bir hukuk savaşına dönüşür.


Bu durumu değiştirmek zaruridir, yoksa insanlığın büyük çoğunluğu için hayat tamamen dayanılmaz hale gelir. Bu büyük çoğunluk için kalan tek özgürlüğüm sefil bir şekilde aç biilaç olma özgürlüğü olduğu anda, özgürlüğün sefaletiyle yüz yüze geleceğiz. Görünürde doymak bilmez ve bir hayli kavrayışsız bir tasarımla programlanmış böylesi bir cehennemden çıkmak için korku ve umudun eşitsiz dağılımının başkalaştırılması gerekiyor. Büyük çoğunluğun bir nebze umutla tekrardan kavuşması zaruridir ve bunun olabilmesi için de aşırı ümitle dolu küçük azınlıkların (korkanların direnişinden korkmadıkları için) yeniden korku duymaları şarttır. Bu; sosyal, politik, kültürel, epistemolojik, sübjektif ve öznelerarası düzeyde birçok kırılma ve mücadele gerektirecektir.


Geçen yüzyıl, korku kırılmaları ile umut mücadelelerin eli kulağında olduğu ve başarılı olacağı hususunda iyimser duygularla başladı. Başlangıçta, bu iyimserlik sosyalizm ve komünizm adı altında harekete geçti. Bunlara daha sonra cumhuriyetçilik, sekülarizm ve laiklik gibi bir takım isimler katıldı. Yüzyıl ilerledikçe, sömürge yönetiminden kurtuluş, kendi kaderini tayin hakkı, demokrasi, insan hakları, kadınların kurtuluşu ve özgürleşmesi gibi başka isimler ve tabirler ortaya çıktı. 21. yüzyılın bu ilk yarısında, bu isimlerin birçoğunun yıkıntılarının ortasında yaşıyoruz. Sosyalizm ve komünizm, en iyi ihtimalle tarih kitaplarına sürgün edilmiş, en kötü ihtimalle unutulmaya yüz tutmuş görünüyor. Geri kalanlar, biçimleri bozulmamışsa, en azından, kazandıkları zaferler kadar yenilgilerin de birikimiyle hissizleşmiş haldeydi. Bu nedenle, korku ve umudun alçakça eşitsiz dağılımına karşı kırılmalar ve mücadeleler, elimizdeki tüm araçların ne kadar kırılgan olduğu göz önüne alındığında, devasa bir görev olmaya mahkûmdur. Aslında bu dengesizliğin kendisi, bugünün korku ve umut arasındaki dengesizliğinin bir tezahürüdür. Dengesizliğe karşı mücadele, işe dengesizliği yansıtan araçları kullanarak başlamalıdır. Umudun yayılması ve korkunun azalmasıyla büyük çoğunluğa seslenmek ancak dengesizliğe karşı başarılı mücadeleler yoluyla mümkün olacaktır.


Kurumlar battığında harabeye dönüşür. Etrafınızda harabeden başka bir şey yokmuş gibi göründüğünde, geriye kalan tek seçenek harabeler arasında arama yapmak, sadece eskiden daha iyi olanın anısını aramakla kalmayıp, her şeyden önce kurumların tasarımında tüm yapıyı fazlasıyla kırılgan kılan her ne ise ondan nasıl ayıracağınızı aramaktır. Süreç, ölü harabeleri canlı formuna dönüştürmekten ibarettir ve ileriye dönük bir sosyo-arkeolojinin gerektirdiği kadar çok boyuta sahip olacaktır. Yeni bir yılın başlangıcında işe insan haklarıyla başlayalım.


İnsan haklarının ikili bir soyağacı vardır. Bu ikili soyağacı 16. yüzyıldan bu yana süren uzun tarihi boyunca sırasıyla (bazen de eş zamanlı bir biçimde) Avrupa merkezli, kapitalist ve sömürgeci baskıyı meşrulaştırmaya ve bu baskıya karşı yürütülen mücadeleleri meşrulaştırmaya hizmet ettiler. İnsan hakları her zaman baskıya karşı mücadelede bir araç olmaktan ziyade bir baskı aracı olmuştur. Dolayısıyla, günümüzün korku ve umudun ekstrem eşitsiz küresel bölünmesine katkıda bulunmuştur.


Geçen yüzyılın ortalarında, sömürgecilik nedeniyle etkileri tüm dünyayı etkisi altına alan iki savaşın Avrupa’yı harap etmesinden sonra, Birleşmiş Milletler’in yürüttüğü çalışmaların ideolojik dayanaklarını sağlayacak olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin yayımlanmasıyla insan hakları tarih boyunca ulaştığı en tepe noktaya ulaştı. 10 Aralık 2019’da Beyanname’nin 71. Yılı kutlandı. İlk etapta evrensel olmaktan uzak (aslında hem kültürel hem de politik açıdan Avrupa merkezli olan), ancak gittikçe insan onuruna ilişkin küresel bir anlatıyı temsil etmeye başlayan beyannamenin detaylı bir analizine başlamanın yeri burası değil.


1948’den 1989’a kadar insan haklarının çoğunlukla soğuk savaşın bir aracı olduğu söylenebilir ancak bu hayli uzun bir süre azınlık görüşü olarak kaldı. Hegemonik insan hakları retoriği, Batılı demokratik hükümetler tarafından, kapitalizmin Sovyet ve Çin rejimleri tarafından oluşturulan sosyalist bloğun komünizm anlayışına karşı üstünlüğünü vurgulamanın bir yolu olarak kullanıldı. Bu retoriğe göre, insan hakları ihlalleri münhasıran bu blok içinde ve bu bloğun yanında yer alan veya onun egemenliğine giren ülkelerde meydana gelmiştir. ABD’nin egemenliğini gittikçe genişlettiği “dost” Batılı ülkelerdeki ihlaller ya görmezden gelindi ya da susturuldu.


Portekiz faşizmi uzun bir süre, Endonezya’nın Doğu Timor’u işgal ettiği zaman ya da İsrail’in Filistin’i sömürgeci işgalinin başından beri yaptığı gibi, bu “yokluk sosyolojisi”nden yararlandı. Genel olarak konuşursak, Avrupa sömürgeciliği uzun bir süre bu yokluk sosyolojisinden yararlananların başında geliyordu. Kapitalizmin sosyalizm üzerindeki ahlaki üstünlüğü, Batı dünyasının sosyalist taraflarının aktif işbirliğiyle bu şekilde inşa edildi. Bu süreç çelişkilerden arınmış değildi.


Bu dönem boyunca, insan hakları, kapitalist ve ABD etkisi altındaki ülkelerdeki sosyal örgütler ve hareketler tarafından, bu haklara yönelik korkunç ihlallere karşı bir direniş biçimi olarak sıklıkla kullanıldı. Uluslararası düzeyde, 20. Yüzyıl boyunca Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’ya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Latin Amerika’ya yaptığı emperyalist müdahaleler, çok sayıda insan hakları aktivistinin bu ülkeleri savunmak için hayatlarını feda etmesine rağmen, hiçbir zaman insan hakları ihlali olarak değerlendirilmedi. Öte yandan, pek çok ülkede ve özellikle kapitalist Kuzey Atlantik ülkelerinde yürütülen politik mücadeleler, insan haklarının sayısını giderek artırmış, sosyal, ekonomik ve kültürel hakları medeni ve siyasi haklar listesine eklemiştir. Böylece, medeni ve siyasal hakları tüm haklardan üstün tutanlar (liberal kamp) ile ekonomik ve sosyal haklara veya insan haklarının bölünmezliğine öncelik verenler (sosyalist veya sosyal demokrat kamp) arasında bir ayrım ortaya çıktı.


1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, insan haklarının koşulsuz zaferi olarak görülüyordu. Ancak, sonrasında gelişen uluslararası siyaset, insan haklarının sosyalist blokla birlikte düştüğünü gösterdi. O andan itibaren, 1980’lerden beri kendini kurmakta olan küresel kapitalizm biçimi (neoliberalizm ve küresel finansal sermaye), gittikçe daha dar bir insan hakları anlatısını besledi. İlk başta sosyal ve ekonomik haklara karşı savaştı ve şimdi de ekonomik özgürlüğün diğer tüm özgürlükler nazarında öncelik kazandığı ve aşırı sağın yükselişte olduğu bir zamanda, medeni ve siyasal haklara – ve onlarla birlikte demokrasiye – dahi kapitalist büyümenin önündeki engeller olarak meydan okunuyor. Bu gelişmeler, hegemonik insan hakları anlayışı ile soğuk savaş arasındaki bağlantıyı doğrulamıştır.


Bütün bunların ışığında, iki paradoksal ve rahatsız edici sonuç ve hayli zorlu bir meydan okuma ile karşı karşıyayız. İnsan haklarının sözde tarihi zaferi, dünya nüfusunun çoğunluğu için insana yakışır bir yaşam beklentisinde eşi görülmemiş bir bozulmaya yol açıyor. İnsan hakları, uluslararası ilişkiler bağlamında bir koşul olmaktan çıkmıştır; böylece bireyler ve halklar, insan haklarının öznesi olmaktansa, olsa olsa insan hakları retoriğinin nesnelerine indirgenmiştir. Meydan okumaya gelince, şu şekilde ifade edilebilir: İnsan haklarını yaşayan enkazlara, umutsuzluğu umuda dönüştürmenin bir aracına dönüştürmek hâlâ mümkün mü? Kesinlikle öyle düşünüyorum. Bir sonraki yazımda, insan haklarının yaşayan enkazlarında yaşayan umut tohumlarını kurtarmaya çalışacağım.


Orijinal metin "Toward a New Universal Declaration of Human Rights (1)" başlığıyla 25 Ocak 2020 tarihinde Critical Legal Thinking sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.

bottom of page