top of page

Insan Hakları Üzerine Yedi Tez: (6) Arzu

Costas Douzinas

Çev.: Cevher Elgin


Tez 6: Gelişmiş kapitalist toplumlarda insan hakları, (doyumsuz) bireysel arzunun kamusallaştırılma ve yasallaştırılma stratejileri haline geldi.


Immanuel Kant’tan John Rawls’a kadar tüm liberal teoriler, benliği, doğal özellikler ve haklarla donatılmış ve kendi üzerinde tam kontrol sahibi olan, tek ve rasyonel bir varlık olarak sunar. Yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakları, insanlığın refahının ayrılmaz bir parçası olarak sunulur. Sosyal sözleşme (ya da “orijinal durum” aracılığıyla sezgisel yeniden ifade edilişi) toplumu ve hükümeti yaratır fakat bu hakları korur ve hükümeti bağlayıcı hale getirir. Haklar ve bugünkü insan hakları, sosyallik öncesi niteliktedir, tam da insan oldukları için insanlara aittirler. Bu doğal mirası, dış dünyayla yüzleşmek, çıkarlarımızı savunmak ve yaşam planlarımızı sürdürmek için araç veya aygıt olarak kullanıyoruz.


Bu durum, Hegelci ve Marksist diyalektik, hermeneutik ve psikanaliz ile kesin bir tezat teşkil etmektedir. İnsan bir kez belirli bir forma sokularak dünyaya gelmiş ve önceden belirlenmiş motifler ve niyetlere göre eylemlerde bulunan, değişmez ve izole bir varlık değildir. Benlik, sürekli başkalarıyla etkileşim yoluyla yaratılır, özne her zaman özneler arasıdır. Kimliğim, başkalarının (hem insanların hem de kurumların) belirli özellikleri, nitelikleri ve özellikleri bana ait kabul ettiği ve kendi benliğimi yaratmaya yardımcı olduğu süregelen bir diyalog ve tanınma mücadelesi içinde inşa edilmiştir. Kimlik bu diyalogdan ortaya çıkar ve arzunun diyalektiğini izleyen diğerleriyle mücadele eder. Hukuk, bu diyalektiğin bir aracı ve etkisidir; insan hakları, arzunun kurucu rolünü ikrar eder.


Hegel'in temel fikri basitçe ifade edilebilir. Benlik, dış dünyadan hem ayrı hem de ona bağımlıdır. Hem nesne hem de öteki kişi olan ben-olmayana duyulan bağımlılık, benliğin tam olmadığını, eksik olduğunu ve sürekli arzu tarafından yönlendirildiğini fark etmesini sağlar. Hayat, diğer kişinin veya nesnenin yabancılığını yenmek için verilen sürekli bir mücadeledir. Hayatta kalmak, ben-olmayandan bu radikal ayrılığın üstesinden gelmeye ve benliğin benzersizliğini sürdürmeye bağlıdır.[1]


Kimlik bu nedenle dinamiktir, her zaman hareket halindedir. Başkalarıyla sürekli diyalog halindeyim, onları değiştirmeye devam eden ve kendi imajımı her defasında yeniden çizen bir diyalog. İnsan hakları, insanlara ait değildir ve insanlığın emirlerine uymaz; insanları inşa eder. İnsan, insan haklarını başarıyla talep edebilen kişidir ve sahip olduğumuz haklar grubu ne kadar “insan” olduğumuzu belirler; kimliğimiz, başkalarıyla ilişkilerimizde başarılı bir şekilde seferber edebileceğimiz bir dizi haklara bağlıdır. Durum böyleyse, haklar köklü psikolojik işlevler ve ihtiyaçlarla ilişkilendirilmelidir. Hegelci diyalektiğin yüksekliklerinden, şimdi Freudcu psikanalizin çok daha karanlık topraklarına geçiyoruz.


Jus vitam institutare, yasa yaşamı oluşturur, bir Roma özdeyişidir. Psikanaliz için bu doğrudur. Dil ve hukukun sembolik düzenine girerek bağımsız, konuşan özneler oluruz. Ancak bu ilk "sembolik hadım etme", bizi yasal özne yapan bir saniyeyle tamamlanmalıdır. Koruma, sevgi ve bakımdan oluşan aile hayatını geride bırakan sosyal sözleşmeyi bize tanıtır. Sembolik düzen bize toplumsal yaşamın taleplerini dayatır. Tanrı, Kral ya da Egemen, evrensel babalar olarak, bizi sosyal iş bölümüne yerleştiren, her şeye gücü yeten ve üniter bir sosyal gücü temsil eder. Jacques Lacan’a göre babanın lafzı bizi konuşan özne yapıyorsa, Egemen’in lafzı bizi hukuki özneler ve vatandaşlar haline getirir.


Hukuka bu ikinci giriş, sembolik kısırlaştırma gibi, aile yakınlığının algılanan bütünlüğünü reddeder ve onun yerine kısmi tanımalar ve eksik haklar koyar. Haklar doğası gereği insanı bütünüyle ele alamaz. Hukukta, kişi asla tam bir varlık değil, yüzünü kısmi haklar kombinasyonu altında gizleyen bir persona, ritüel veya teatral bir maskedir. Hukuki özne, örtüşen ve çatışan haklar ve görevlerin birleşimidir; onlar kanunun lütfu ve lanetidir. Haklar, bireysel arzunun tezahürü olduğu kadar toplumsal bağın araçlarıdır. Standart Lacancı bölünmeyi takiben, hakların “sembolik”, “hayali” ve “gerçek” yönleri vardır. Hakların sembolik işlevi bizi toplumsal iş bölümüne, hiyerarşiye ve dışlamaya yerleştirir; imgesel bize (yanlış) bir bütünlük duygusu verirken, gerçek, simgenin zevklerini ve hayali olanın tahriflerini bozar. Psikanaliz, kurucu ve çelişkili hakların çalışmasının en ileri açıklamasını sunar.


Hakların sembolik işlevi, hukuki kişilik kazandırır ve insanları ailenin mahremiyetinden uzak bir bağımsızlık ile tanıştırır. Hukuk ve haklar, bizi etten kemikten insanların ihtiyaçlarına veya arzularına kesinlikle kayıtsız kalan bir ilişkiler matrisinde bir yere tahsis eden resmi bir yapı oluşturur. Yasal haklar, bireysel özelliklerden bağımsız olarak soyut insanlığın, biçimsel denkliğin ve ahlaki sorumluluğun asgari düzeyde tanınmasını sağlar. Aynı zamanda, insanları farklı hiyerarşik roller ve işlevler, yasaklar, yetkiler ve dışlamalar düzenine yerleştirirler. Sosyal ve ekonomik haklar, soyut benzerliğe bir fark katmanı ekler; toplumsal cinsiyeti, ırkı, dini ve cinselliği tanırlar, kısmen tanınmayı insanlığın soyut eşitliğinden farklılaştırılmış niteliklere, özelliklere ve hükümlere kayarlar. İnsan hakları evrensel mutluluk vaat edebilir; ancak bunların ampirik varlığı ve uygulaması, beklentileri veya ihtiyaçları görmezden gelerek ve reddederek gerekli kaynakları tahsis eden şecerelere, güç hiyerarşileri ve beklenmedik durumlara bağlıdır. Hakların ve görevlerin oluşturduğu tüzel kişi, gerçek insan benliğinin bir karikatürüne benzer. Yüzün yerini kübist tarzda bir görüntü alır; burun ağızdan çıkar, gözler yanlardan çıkıntı yapar, alın ve çene ters çevrilir. Üç boyutlu bir nesne düz bir tuvale yansıtılır.


Sembolik haklar düzeni tarafından reddedilen benliğin bütünlüğü, hayali olana geri döner. İnsan hakları çatışmaya, sosyal barışa ve refaha bir son vaat ediyor (mutluluk arayışı Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde erken bir vaatti). Bir haklar toplumu, ideal ego için ideal bir yer, bir kademe ve bütünleyicilik sunar. Bir hak adamı olarak, kendimi dünya ile barışık, onurlu, saygılı ve öz saygılı biri olarak görüyorum. Hakları garanti eden bir toplum, iyi bir yerdir, barışçıl ve varlıklıdır, merkezinde duran birey için yapılmış ve ona uygun bir sosyal düzendir. Hakları koruyan bir hukuk sistemi rasyonel olarak tutarlı ve kapalıdır (Ronald Dworkin buna “kusursuz ağ” der), ahlaki açıdan iyidir (ilkeleri vardır ve tüm “zor” sorunları “doğru” cevaplarla sonuçlandırır), pragmatik olarak etkilidir.


Farazi haklar alanı, özne, ideal egosu ve dünya arasında anında, imgelenen ve imgesel bir bağ yaratır. İnsan hakları, beden ve ruhu bütünleşmiş bir benlikte birleştiren bir bütünlük fantezisini yansıtır. Özne için oluşturulmuş bir toplum, iyi bir dünyaya uyan güzel bir benliktir. Beklenen bütünlük, mevcut kimliğin temelini oluşturan ve öngörülen gelecekteki bütünlük mevcut değildir, imkânsızdır ve dahası kişiden kişiye ve topluluktan topluluğa farklılık gösterir. İyi bir toplumla imgesel özdeşleşmemiz, insan haklarının dilinin, işaretlerinin ve imgelerinin bizim gerçekliğimiz olduğunu (veya olabileceğini) çok kolay kabul eder. İnsanlar, çalışma hakkının Evrensel Beyannamede, uluslararası Sözleşmelerde, Anayasa'da, hukukta, politikacıların beyanlarında yazıldığı için var olduğunu iddia ediyor. Milyarlarca insanın yiyeceği yok, işi yok, eğitimi yok ya da sağlık hizmeti yok – ama bu acımasız gerçek, idealin iddiasını zayıflatmıyor. Maddeselliğin işaretlerle, ihtiyaçların ve arzuların sözcükler ve imgelerle zaruri yer değiştirmesi, insanları, hukuki metinlerin ve kurumların çok az performans veya eylemle salt varlığının bedenleri etkilediğine ve tamamladığına inandırır.


İnsan hakları hayranları tarafından desteklenen imgesi, benim hatırım için yaratılmış, hukukun arzularımı karşıladığı (ya da karşılaması gerektiği ve karşılayacağı) bir dünya sunar. Sosyal ve hukuki sistemle bu mutlu özdeşleşme, yanlış tanımaya dayanmaktadır. Dünya benim varlığıma, mutluluğuma veya dertlerime duyarsızdır. Hukuk tutarlı ya da adil değildir. Ahlak, hukukun işi değildir ve barış daima geçici ve güvencesizdir, asla kalıcı değildir. İnsan haklarının son noktası olan eu zein ya da refah durumu her zaman ertelenir, vaadi yerine getirilmesini imkânsız hale getirir. Orta sınıf için insan hakları, kuşkusuz, doğumla gelen bir hak ve mirastır. Öte yandan dünyanın talihsizleri için bunlar sadece belirsiz vaatler, boyun eğmeleri için öne sürülen sahte desteklerdir ve kurtuluşları kalıcı olarak engellenmiş durumdadır. Hristiyanlığın cenneti gibi, insan hakları da insanların günlük aşağılamalara ve boyun eğdirmeye dayanmalarına izin veren sonsuza giden bir ufuk oluşturur.


Haklar imgesi yavaş yavaş sosyal adaletin yerini alıyor. Dekolonizasyon çabaları, sivil haklar ve karşı-kültürel hareketler, adalet ve eşitliğe dayalı ideal bir toplum için savaştı. İnsan hakları çağında, kolektif maddi refah arayışı yerini bireysel tatmin ve kötülükten kaçınmaya bıraktı. İmgesel haklar, imgeleri “gerçeğe” dönüştürdüğünde, yasal hükümler ve terimler yiyecek ve barınağın yerini aldığında, kaçamak sözler iktidarın kılığına girdiğinde kollarını sıvar. Haklar, bireyi, özerkliğini ve dünyadaki yerini vurgular. Tüm imgesel özdeşimler gibi öznenin, özneler arası olduğu ve ekonomik ve sosyal düzenin herhangi bir bireyin kaderine kesinlikle kayıtsız olduğu kabulünü bastırırlar. Louis Althusser'e göre ideoloji, “yanlış bilinç” değil, dünyadaki yerimizi yanlış tanıyan yaşam biçimleri, uygulamalar ve deneyimlerden oluşur. "Bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla imgesel ilişkisidir". Bu anlamda insan hakları, en güçlü haliyle ideolojidir, ancak Michael Ignatieff’inkinden çok farklıdır.[2]


Nihayetinde hakların sembolik ve imgesel işleyişi sınırını gerçekte bulur. Gerçeğin girdabının etrafında dolanıyoruz: Öznelliğin özündeki eksiklik hem projelerimizin başarısız olmasına neden olur hem de çabayı sürdürme dürtüsü yaratır. Bir talepte bulunduğumuzda, sadece diğerinden bir ihtiyacı karşılamasını değil, aynı zamanda bize kayıtsız bir sevgi sunmasını da isteriz. Annesinin memesini isteyen bir bebeğin yemeğe ihtiyacı olduğu gibi annesinin ilgisini ve sevgisini de ister. Arzu her zaman ötekinin arzusudur ve tam da ihtiyaca karşı aşırı talep anlamına gelir. Bir nesneye olan ihtiyacım dile her geldiğinde ve diğerine hitap ettiğinde, bu tanıma ve sevgi isteğidir. Ancak bu bütünlük ve niteliksiz tanıma talebi, büyük Öteki (dil, hukuk, devlet) veya diğer kişi tarafından karşılanamaz. Büyük Öteki, eksikliğin nedeni ve sembolüdür. Diğer kişi de eksik olduğu için öznenin eksikliğini sunamaz. Ötekinin yardımına başvurduğumuzda ne doldurulabilen ne de tamamen simgeleştirilemeyen bir eksiklikle yüzleşiriz.


Haklar, bir talep olarak formüle ederek ihtiyaçlarımızı dilde ifade etmemize izin verir. Bir insan hakları talebi, ötekine yöneltilen iki talebi içerir: talep edenin kişiliğinin veya statüsünün bir yönüyle ilgili özel bir talep (yalnız bırakılmak, bedensel bütünlüğe zarar vermemek ve eşit muamele görmek gibi) buna ek olarak, kişinin tüm kimliğinin belirli özelliklerinde tanınması için çok daha geniş bir talep. Örneğin, beyaz olmayan bir kişi, bir iş başvurusunun reddedilmesinin ayrımcılık yapmama hakkının reddi anlamına geldiğini iddia ettiğinde, birbiriyle ilişkili ancak nispeten bağımsız iki iddiada bulunur. Reddetme, hem başvuranın bir işe ihtiyaç duyduğunun haksız bir şekilde reddedilmesidir, hem de daha geniş kimliğini karalamaktadır. Bu nedenle her hak, bedenin veya kişiliğin bir kısmının ihtiyacını, ihtiyacı aşan şeyle, davacının bir bütün olarak ve tam bir kişi olarak tanınması ve sevilmesi arzusuyla ilişkilendirir.


Hakların öznesi, eksikliği giderecek olan eksik nesneyi bulmaya ve onu ötekinin arzusunda tam bir bütünsel varlığa dönüştürmeye çalışır. Ancak bu nesne mevcut değildir ve sahip de olunamaz. Haklar, öznenin ve toplumun bütün olabileceği umudunu verir: "Niteliklerime ve özelliklerime sadece yasal olarak tanınırsa mutlu olurdum"; "keşke insan onurunun ve eşitliğinin talepleri tam olarak uygulansaydı, toplum adil olurdu". Ancak arzu yerine getirilemez. Haklar, öznenin arzusunu uyandıran ama asla tatmin etmeyen fantastik bir tamamlayıcı haline gelir. Haklar her zaman daha fazla hak için ajite eder. Tekrar tekrar yetersiz kalan yeni hakların ortaya çıkmasına ve hak iddialarına yol açarlar.


Bugün insan hakları uygarlığın göstergesi haline geldi. Ancak başarıları sınırlıdır. Hiçbir hak bana diğerinin tam takdirini ve sevgisini kazandıramaz. Hiçbir haklar bildirgesi adil bir toplum için verilen mücadeleyi tamamlayamaz. Aslında ne kadar çok hak tanıyorsak, daha çok yasama, onları daha iyi uygulama, kişiyi sonsuz bir haklar koleksiyoncusu haline getirme ve insanlığı sonsuz bir şekilde çoğalan bir yasalar mozaiğine dönüştürme baskısı o kadar artıyor. Hukuk, yaşamı ve sosyal dünyayı kolonileştirmeye devam ederken, daha fazla hak, edinim ve mülkiyetin sonsuz sarmalı, öznenin hayal gücünü besler ve sembolik dünyaya hâkim olur. Haklar, psikolojik eksikliğin ve siyasi iktidarsızlığın ödülü haline gelir. Tamamen pozitifleştirilmiş haklar ve yasallaştırılmış arzu, insan haklarının kendi kendini yaratma potansiyelini ortadan kaldırır. Her şeyi yiyip bitiren arzunun belirtisi – Egemenin ya da bireyin işareti – ve aynı zamanda onun kısmi tedavisi haline gelirler. Garip ve paradoksal bir dönüşle, ne kadar çok hakka sahip olursak o kadar güvensiz hissederiz.


Ancak radikal arzunun gerçekliğiyle yakından bağlantılı bir hak vardır: direnme ve isyan hakkı. Bu hak, ölüm dürtüsüne, sembolik düzenin dağılımlarını aşmak için bastırılmış çağrıya ve yıkıcı ve yaratıcı iç çekirdeğimize daha yakın bir şey için imgesel olanın nazik zevklerine yakındır. Risk almak ve arzunuzdan vazgeçmemek psikanalizin etik çağrısıdır. Direniş ve devrim, sosyal eşitliktir. Tıpkı imkânsız ve reddedilmiş gerçeğin ruhu organize etmesi gibi, direnme hakkı hukuk sisteminin kalbindeki boşluğu oluşturur ve onu doku sertleşmesinden ve kemikleşmeden korur.[3]


Hakların tanıma (sembolik) ve dağıtım (imgesel) ile ilgili olduğu sonucuna varabiliriz; direnme / isyan hakkı dışında.


Orijinal metin 3 Haziran 2013 tarihinde Critical Legal Thinking sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.


[1] Costas Douzinas, “Identity, Recognition, Rights or What Can Hegel Teach Us About Human Rights?” Journal of Law and Society 29 (2002), 379–405.

[2] Michael Ignatieff, Human Rights as Politics and Ideology (Princeton and Oxford: Princeton University Press, 2001).

[3]Costas Douzinas, “Adikia: On Communism and Rights,” The Idea of Communism içinde Costas Douzinas ve Slavoj Žižek ed. (London: Verso, 2010), 81–100. Şuradan da ulaşılabilir: Critical Legal Thinking: https://criticallegalthinking.com/2010/

bottom of page