Ev Alev Alev Yanarken
Giorgio Agamben
Çev.: Yusuf Enes Karataş
“Ev alev alev yanarken yaptığım hiçbir şey anlam ifade etmiyor.” Yine de, ev yanarken bile, eski gibi devam etmek, hatta kimse farkına varmasa bile her şeyi eskisinden daha büyük bir özen ve hassasiyetle yapmak gerekiyor. Belki bizzat hayat yeryüzünden silinecek, belki de iyisiyle kötüsüyle yapılanlara dair hiçbir hatıra kalmayacak. Ancak eskisi gibi devam edeceksin, değişmek için çok geç, daha fazla zaman yok.
“Etrafınızda olup bitenler artık seni ilgilendirmez.” Sonsuza dek geride bırakman gereken bir ülkenin coğrafyası gibi. Peki nasıl hâlâ seni etkiliyor? Tam da artık seni ilgilendirmediği, artık her şeyin bitmiş gibi göründüğü zaman her şey ve her yer en hakiki kisvesinde ortaya çıkar, her nasılsa hepsi seni daha derinden – tıpkı oldukları gibi: ihtişam ve yoksulluk – etkiler.
Felsefe ölü bir dildir. “Şairlerin dili her daim ölü bir dildir … olanak tanınması tuhaf bir şeydir: kişinin düşünceye daha fazla hayat vermek için kullandığı ölü bir dildir.” Belki ölü bir dil değildir de bir lehçedir. Felsefe ve şiirin tam olarak dil olmayan bir dille konuşması, bulundukları mertebenin, kendilerine has hayatiyetlerin ölçüsüdür. Dünyayı bir lehçeye, her şeye rağmen yeniden ortaya çıkan ve içinde bir virgülün bile değiştirilemeyeceği ölü bir dile göre tartmak ve yargılamak. Ev alev alev yanarken dahi bu lehçeyi konuşmaya devam edin.
Hangi ev alev alev yanıyor? Yaşadığınız ülke mi? Avrupa mı? Yoksa tüm dünya mı? Belki de evler ve kentler – kim bilir kaç zaman önce – farkına varmamış gibi davrandığımız devasa bir yangında çoktan yanmıştı. Bu evlerden geriye kalan tek şey duvar parçaları, bir fresk, bir çatı parçası, isimler, daha şimdiden alevler tarafından küle döndürülen isimlerdi. Yine de hepsini özenle, sanki yanmamış gibi görünsün diye, badanayla ve tahrif edilmiş kelimelerle örtüyoruz. Sanki dimdik ayaktaymış gibi bir uçtan diğer uca yanmış evlerde, şehirlerde yaşıyoruz; insanlar hâlâ geçmişte kalan tanıdık tanıdık muhitlerinde yaşıyormuşçasına bu evlerde yaşıyor ve harabeler arasında maskelere bürünmüş bir biçimde geziniyorlar.
Bugün alev biçimini ve doğasını değiştirdi; dijital, görünmez ve soğuk hale geldi ancak tam da bu sebeple bize daha da yakın ve her an bizi çevreliyor.
Bir medeniyetin – barbarlığın – çökmesi ve bir daha doğmaması yeni bir şey değil. Tarihçiler, duraklama ve çöküş tespit etmeye ve tarihlendirmeye alışkındır. Ancak gözlerimiz kapalı ve yüzümüz örtülü bir durumdayken nasıl bir dünyanın harabeye dönüşüne; bir cumhuriyetin sağduyudan ve onurdan yoksun bir biçimde sefalet ve korku içinde çöküşüne nasıl tanık olabiliriz? Körlük daha da vahimdir çünkü batanlar kendi batıklarını yönettiklerini iddia ederler, her şeyin teknik olarak kontrol edilebileceğine, ne yeni bir tanrıya ne de yeni bir gökyüzüne gerek olduğunu, sadece yasaklara, uzmanlara ve doktorlara ihtiyaç olduğuna yemin ederler. Panik ve hainlik.
Kendisine dualar, kurbanlar adanmayan bir Tanrı nasıl bir Tanrı olurdu? Hiçbir emir, yaptırım içermeyen bir yasa nasıl bir yasa olurdu? Hiçbir anlam, hüküm içermeyen ama başlangıçta ve hatta başlangıçtan da önce korunan söz nedir?
Sonunun geldiğini, ömrünün tükendiğini hisseden bir kültür, çürümeyi bildiği tek yolla, kalıcı bir istisna haliyle yönetmeye teşebbüs eder. Jünger’in zamanımızın temel karakteri olarak gördüğü topyekûn seferberlik bu perspektiften anlaşılmalıdır. İnsanlar seferber edilmeli, kendilerini her an, böylesi bir olağanüstü hali ilan etme yetkisini elinde bulunduranlar tarafından en ince ayrıntısına kadar düzenlenmesi gereken olağanüstü hâl içinde hissetmelidir. Ancak geçmişte seferberlik insanları bir araya toplamayı amaçlarken, bugün insanları tecrit etmeyi, birbirinden uzaklaştırmayı amaçlıyor.
Ev ne zamandır yanıyor? Yanıp kül olalı ne kadar oldu? Şüphesiz bir asır önce, 1914 ila 1918 arasında, Avrupa’da bir zamanlar bozulmamış ve canlı görünen her şeyin üzerine alevler ve çılgınlık saçan bir şey yaşandı; otuz yıl sonraysa alevler yeniden her yere yayıldı ve o zamandan beri hiç durmadan yandılar, sular altında kaldılar ve küllerin altında zar zor görünür bir hâldeler. Ama belki de yangınlar çok daha önce, insanlığın kurtuluşa ve ilerlemeye yönelik kör dürtüsü alev ve makinelerin gücüyle birleştiğinde başladı. Bütün bunlar iyi bilinen gerçekler ve burada tekrarlamaya gerek yok. Bunun yerine, nasıl her şey yanarken yaşamaya ve düşünmeye devam edebileceğimizi, ateşlerin ortasında veya çevresinde bir şekilde hala bozulmadan kalan şeylerin neler olduklarını kendimize sormalıyız. Nasıl oldu da alevlerin ortasında nefes almaya devam edebildik, neyi kaybettik ve hangi enkaza – hangi savlara – tutunduk? Artık karşı karşıya olduğumuz şey alevler değil, sayılar ve yalanlar olduğuna göre kuşkusuz daha zayıf, daha yalnızız; ancak aynı zamanda kendimizi, herhangi olası bir uzlaşma olmaksızın, daha önce hiç olmadığı kadar açık buluyoruz.
Temel mimari problemin, yalnızca yangının harap ettiği bir evde görünür hale geldiği doğruysa şayet, Batı tarihinde neyin tehlikede olduğunu, neyi kavramak için bu kadar uğraştığını, neden yardım edemediğini ve neden başarısızlığa uğradığını artık görebilirsiniz.
Sanki iktidar, ne pahasına olursa olsun ürettiği çıplak yaşamı ele geçirmeye çalışıyordu. Yine de, eldeki her aygıtla – bu aygıt artık sadece polislik değil tıp ve teknolojidir de – onu zapt etmeye ve kontrol etmeye ne kadar çabalarsa çabalasın, bu yaşam her zaman onun kavrayışından kaçar çünkü tanımı gereği kavranamazdır. Çıplak hayatı yönetmek çağımızın çılgınlığıdır. Saf biyolojik varoluşlarına indirgenmiş insanlar artık insan değildir; insanların ve şeylerin yönetiminin örtüştüğü bir hâldir.
Öteki ev, asla yaşayamayacağım ama gerçek evim olan ev; öteki yaşam, yaşadığımı sandığım ama yaşamadığım yaşam; öteki dil, tek tek hecelerini saydığım ve asla konuşmayı beceremediğim dil; hepsi o kadar bana ait ki onlara sahip olamam…
Düşünce ve dil ayrıldığında, konuştuğumuzu unutarak konuşabileceğimize inanırız. Şiir ve felsefe, konuştuklarında konuştuklarını unutmazlar, dili hatırlarlar. Dili hatırlarsak, konuşabileceğimizi unutmazsak daha özgür oluruz, şeylere ve kurallara bağlı kalmayız. Dil bir araç değildir, bizim yüzümüzdür, içinde bulunduğumuz açıklıktır.
Yüz, şeylerin en insani olanıdır. İnsanların yüzleri vardır, hayvanlar gibi ağız ve burundan ibaret değillerdir çünkü açıklıkta yaşarlar, çünkü yüzleri aracılığıyla kendilerini ifşa eder ve iletişim kurarlar. Yüzün, politikanın alanı olmasının sebebi budur. Apolitik çağımız kendi yüzünü görmek istemiyor, onu uzak tutuyor, maskeliyor ve örtüyor. Bundan böyle yüzler olmamalı, sadece rakamlar ve figürler olmalıdır. Tiran bile yüzsüzdür.
Yaşadığını hissetmek: kendi duyarlılığından etkilenmek, üstlenmeden ya da ondan kaçınmadan incelikle kendi hareketlerine teslim olmak. Kendimi canlı hissetmek, bir kafese kapatılmış olsam da benim için hayatı olanaklı kılıyor ve hiçbir şey bu olanak kadar hakiki değil.
Önümüzdeki yıllarda sadece keşişler ve suçlular olacak. Yine de öylece kenara çekilmek, etrafımızda ufalanan dünyanın enkazından kaçabileceğimize inanmak mümkün değil. Çünkü çöküş bize yön verir ve bizi etkiler, çünkü biz de enkazız. Ve enkazı doğru, dikkatli bir biçimde ve fark edilmeden kullanmayı öğrenmeliyiz.
Yaşlanmak: “artık dallarda değil, yalnızca köklerde büyümek.” Kök salmak ama artık çiçek veya yaprak açmamak. Daha doğrusu, deneyimledikleri üzerinde sarhoş bir biçimde süzülen bir kelebek gibi. Geçmişte hâlâ dallar ve çiçekler var ve hâlâ onlardan bal yapabilirsiniz.
Yüz Tanrı’nın yanında ama kemikler ateist. Dışarıda, her şey bizi Tanrı’ya doğru iter; içeride, iskeletin inatçı, alaycı ateizmi mevcuttur.
Bu beden ve ruh ayrılmaz bir biçimde bağlıdır, bu tinseldir. Tin, ruh ile beden arasındaki üçüncü bir mertebe değildir: onların arasındaki naçar, harika bir örtüşmedir. Biyolojik yaşam bir soyutlamadır ve yönetip iyileştirdiğimizi iddia ettiğimiz tam da bu soyutlamadır.
Tek başına kurtuluşa ermemiz mümkün değil: kurtuluş var çünkü başkaları da var. Ve bu herhangi bir ahlaki nedenden, başkalarının iyiliğini düşünerek hareket etme gerekliliğinden kaynaklanmıyor. Kurtuluş mümkün olmasının tek sebebi yalnız olmamamdır: kendimi ancak birçokları arasında biri olarak, diğerleri arasında bir başkası olarak kurtarabilirim. Yalnız başıma – ve bu yalnızlığın özel gerçeğidir – kurtuluşa ihtiyacım yok; ben, tanımı gereği, kurtarılamazdır. Kurtuluş, yalnız olmadığım için, çoğulluk ve çokluk var olduğu için açılan bir boyuttur. İnsan suretinde vücut bulmuş Tanrı artık benzersiz değildir, birçok insandan biridir. Bu nedenle Hıristiyanlık kendisini tarihe bağlamak ve sonuna kadar kaderini takip etmek zorunda kalmıştı; ve tarih, bugün olduğu gibi yok olup gittiğinde, Hıristiyanlık da son günlerine yaklaşır. Hıristiyanlığın amansız çelişkisi, tarih içinde ve boyunca tarihin ötesinde bir kurtuluş bulmaya çalışması ve tarih sona erdiğinde ayaklarının altındaki zeminin kayıp gitmesidir. Esasında Kilise kurtuluşla değil, kurtuluş tarihiyle dayanışma içindeydi ve tarih boyunca ‘kurtuluş’u [salvezza] aradığı için bu arayışı ancak ‘sağlık’ [salute] ile sonuçlanabilirdi. Ve zamanı geldiğinde, Kilise kurtuluşu sağlık adına feda etmekten çekinmedi.
Artık kurtuluşu tarihsel bağlamından koparmak ve tarihin kendisinden bir çıkış yolu olarak tarihsel olmayan bir çoğulluğu keşfetmek gerekiyor.
Başka topraklara girmeden bir yeri veya durumu geride bırakmak, başka bir isim ve kimlik belirlemeden mevcutları geride bırakmak.
Geçmişte dosdoğru hareket ederken yalnızca bugüne doğru gerileyebiliriz. Geçmiş dediğimiz şey, bugüne doğru uzun bir gerilemeden ibarettir. Bizi geçmişimizden ayırmak iktidarın sığınacağı ilk barınaktır.
Bizi yükten kurtaran şey nefestir. Nefes alırken tüm ağırlığımızdan kurtuluruz; yerçekimsiz bir ortamda uçuyormuş gibi hareket ederiz.
Yargılamayı yeniden öğrenmemiz gerekecek, ama ne cezalandıran ne ödüllendiren, ne bağışlayan ne mahkûm eden bir yargıyla. Varoluşu kaçınılmaz olarak adaletten uzak ve yanlış amaçlardan uzaklaştıran sonu olmayan bir eylem. Sadece bir kesinti, zaman ve sonsuzluk arasında dengede duran – amaçtan ve plandan azade, adı ve hafızası olmayan bir yaşam imgesinin yanıp söndüğü – ve bu nedenle sonsuzlukta değil, “bir tür sonsuzluk”ta bizleri kurtaran bir an. Önceden belirlenmiş kriterleri olmayan bir yargı ve tam da bu nedenle, hayatı yeniden doğallığına geri döndürdüğü için politik olan bir yargı.
Hissetmek ve hislere sahip olmak, duygulanım ve öz-etkilenim çağdaştır. Her duygulanımda hissetme vardır, kendimize ilişkin her histe bir öteki hissi, bir dostluk ve bir yüz vardır.
Gerçeklik, mümkün olanı, yapabileceklerimizi ve yapamayacaklarımızı algıladığımız peçedir.
Hangi çocukluk arzularımızın yerine getirildiğini söylemek kolay değil. Ve hepsinden önemlisi, yerine getirilmiş olan arzularımızın yerine getirilmemiş olanlarla neredeyse aynı olması bizi yaşamaya devam etmek için yeterli mi orası meçhul. Arzularımızın gerçekleşmeyen kısmı ölçülemeyecek kadar şiştiğinde ölüm korkusu ortaya çıkar.
“Bufaloların ve atların dört toynakları vardır: ben buna Cennet derim. Atları yularlamak, bufaloların burun deliklerini delmek: işte ben buna insan derim. İşte bu yüzden diyorum ki: dikkat edin insan içinizdeki Cenneti yok etmesin, kasıtlı bir biçimde semavi olanı yok etmesin.”
Yanan evde, dil varlığını sürdürür. Dil değil, onu kollayan ve hatırlayan hatırlanamayacak kadar eski, zayıf ve tarih öncesi güçler: felsefe ve şiir. Neyi kolluyorlar, dile dair ne hatırlıyorlar? Şu ya da bu anlamlı önerme, şu ya da bu inanç veya itimatsızlık beyanı değil. Daha ziyade, dilin var olduğu, isim olmadan ismin içinde açık olduğumuz ve bu açıklıkta, bir harekette, bir yüzde bilinemez ve teşhir edilemez olduğumuz gerçeğidir.
Şiir, söz, henüz konuşmayı bilmediğimiz zamandan bize kalan tek şey, dil içinde karanlık bir şarkı, tam olarak anlayamadığımız ama dinlemeden de edemeyeceğimiz bir diyalektik ya da deyim – ev yansa da, insanlar kavrulmuş dilleriyle saçma sapan konuşmaya devam ediyor.
Ama şiirin dili olduğu gibi felsefenin dili de var mıdır? Şiir gibi felsefe de tamamen dilin içinde yaşar ve kendisini ancak yaşama biçiminde şiirden ayırır. Dil alanında, yalnızca bir noktada kesişen ve sonrasında yorulmadan tekrar ayrılan iki gerilim. Doğru ve net konuşan herkes bu gerilime kendini kaptırır ve onun içinde yaşar.
Evin yandığını fark eden kişi, fark etmeyen akranlarına küçümseme ve kibir ile bakma eğiliminde olabilir. Yine de bu görmeyen ve düşünmeyen insanlar, son gün göreceğiniz ve hesap vereceğiniz lemurlar değil midir? Evin yanmakta olduğunu fark etmemiz bizi diğerlerinden üstün kılmaz, tam tersine alevler yaklaşırken son bir bakışınızı onlarla paylaşmak zorunda kalırsınız. Neredeyse masum addedilebilecek kadar habersiz bu insanlara vicdani iddialarınızı haklı çıkarmak için ne söyleyebilirsiniz?
Yanan evde daha önce yaptıklarını yapmaya devam ediyorsun ama alevlerin sana apaçık bir şekilde gösterdiği şeyi görmeden edemiyorsun. Yaptığınız şey değil ama onu dünyayı sunma şeklinizde bir şeyler değişti. Yanan bir evde yazılan şiir daha adil ve doğrudur çünkü kimse onu duymaz, çünkü hiçbir şey onun alevlerden kaçmasını garanti etmez. Ama şans eseri bir okuyucu bulsalar bile, kendilerini çaresiz, anlaşılmaz, batık gürültüden çağıran şeyden kaçamazlardı.
Gerçeği ancak sesini duyurma şansı olmayanlar, ancak alevler tarafından amansızca yutulan bir evin içinden konuşanlar dile getirebilir.
Bugün insanlık, kuma çizilen ve dalgaların vurmasıyla silinen bir yüz gibi yok oluyor. Ama yerini alan şeyin artık bir dünyası yok; bu her neyse, iktidarın ve bilimin hesaplarının insafına kalmış, tarihsiz, çıplak ve sessiz bir yaşamdan başka bir şey değildir. Bununla birlikte belki de ancak bu enkazdan yola çıkarak, yavaş veya aniden başka bir şey ortaya çıkabilir. Kesinlikle bir tanrı değil, başka bir insan da değil, belki yeni bir hayvan, başka türlü yaşayan bir ruh…
İngilizceden çevirdiğimiz metin "When the House is on Fire" başlığıyla 27 Ekim 2020 tarihinde Ill Will sitesinde yayımlanmıştır, metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.