Yerel Gıda Yolları Inşa Etmek: Gıda Bağımsızlığı ve Iklim Adaleti
Antonia Eliason
Çev. Büşra Uyar
Bu yazı, Adil Dönüşüm adlı devam eden serimizin bir parçasıdır.
***
“Marketin floresan boşluğunun altında,
lahana demetlerini inceliyoruz,
bamya dolu poşetleri.
Honduras’ta yetiştirilmiş.
Kaliforniya’da yetiştirilmiş.
Honduras’ta bamya yiyorlar mı?
Kaliforniya’da lahana yiyorlar mı?
Fiyatları iki kere kontrol ediyoruz.
Bunları birinci sınıfta uçurmuş olmalılar.
Çiftçi pazarı,
-yerel ürünlerin yetiştirildiği bölüm,
organik süpermarket,
hepsi daha kötü.
İklim değişikliği konusunda doğruluğu yadsınamaz iki husus vardır: Birincisi, iklim değişikliğini fosil yakıtlardan vazgeçmeden azaltamayacağız; ikincisi, halihazırdaki küresel gıda üretim sistemimiz gıda tedarik zincirinde verimsizlikler ve kırılganlıklar yaratmaktadır. Bu da özellikle de iklim değişikliğinden daha çok etkilenen bölgelerde bulunan nüfus için ciddi tehlike anlamına gelmektedir. Bu sürdürülebilir değildir. Adil dönüşüm kapsamında fosil yakıtlardan vazgeçilecekse, günümüzün gıda üretimi radikal bir şekilde yeniden ele alınmalıdır ve gıda bağımsızlığının sağlanması için çalışmak gerekmektedir.
Marketlerde gördüğümüz gıdaların birçoğundan endüstriyel tarım sorumludur: yıl boyunca tükettiğimiz, solgunluğunu lezzetsizliğiyle eşleştirdiğimiz çileklerimiz, Peru’daki akiferlerin suyunu boşaltan Peru kuşkonmaz demetlerimiz, uyuşturucu kartellerinin üzerinden menfaat sağladığı Meksika avokadolarımız, Amerika Birleşik Devletleri’nin tamamını kaplayan, tek tip mısır ve soya tarımımız ve finansal olarak ciddi miktarlarda desteklenen et ve süt endüstrisi. Bunlar insan kaynaklı sera gazı emisyonlarının neredeyse üçte birinden de sorumludur. Fosil yakıtlar, ürünlerin çok uzak yerlere taşınmasında, hatta bazen sadece işlenmesi ve daha sonra başka uzak bölgeye nakledilmesinde kullanılmaktadır. Örneğin, Arjantin’de yetiştirilen, Tayland’da paketlenen ve Amerika Birleşik Devletleri’nde satılan, yenilebilmesi için Pasifik’i iki kere geçmesi gereken plastik armut kaplarını düşünün. Gerçekten de küresel gıda sistemimizin dayanağı olan, yetersiz hukuki düzenlemeler üzerine kurulmuş okyanus taşımacılığı sistemi iklim değişikliğinin en önemli zanlılarından birisidir: Eğer küresel deniz taşımacılığı bir ülke olsaydı, CO2 emisyonları bakımından dünyada altıncı sırada yer alırdı. Taşımacılığın da ötesinde, tarım işletmeleri, makinelerden gübrelere ve paketlemeye kadar üretim sürecinin tamamı boyunca neredeyse tamamen fosil yakıtlara bağımlıdır. Bu endüstri, ekonomik olarak tarım ve fosil yakıt sübvansiyonlarıyla desteklenmektedir.
Aynı zamanda endüstriyel tarım, tarım işçilerinin insan onuruna aykırı çalışma koşulları yaşaması ve topraktaki besin maddelerini sömürmesi ve bir daha hiçbir şeyin yetişememesine sebep olacak kadar yoğun, yıkıcı bir şekilde ekilmesiyle sömürü sistemlerini daha da şiddetlendirmektedir. Endüstriyel tarım, yerel topluluklarla ve uygulamalarının bu topluluklarda bulunan insanlar üzerindeki etkileriyle ilgilenmemektedir. Gübreler, böcek ilaçları ve karbon emisyonları, insanların ve toprağın gelişmesi için gerekli olan yaşam koşullarını baltalamak için çalışmaktadır – ki kapitalist üretimin toprak üzerindeki yıkıcı etkisinden Karl Marx, 1860’lı yıllarda zaten bahsetmiştir.
Bu kapitalist gıda üretim sisteminin yerel düzeyde nasıl işlediğini görmek için dünyanın tarımsal açıdan en verimli bölgelerinden biri olan Mississippi Deltası’nı düşünün. Bu bölge, Siyahi nüfusun iş, sağlık ve besleyici gıda eksikliğiyle yüzleştiği bölgelerdendir ve buradaki nüfus hala ülkenin en yoksul ve ırksal olarak ayrıştırılmış kesimidir. Gıda ayrımcılığı dört bir yanı sarmıştır. Aynı zamanda insanların etrafı endüstriyel tarımla sarılmıştır. Dev makineler pamuk ve soya fasulyesi yetiştirip hasat etmektedir – ki bu iş bir zamanlar Siyahi köleler ve sömürülen Siyahi yarıcılar tarafından yapılmaktaydı. New Deal, Juan Perea’nın da belirttiği gibi “siyahileri yasal menfaatlerden yoksun bırakan ve yasal korunmayı çoğunlukla beyazlar için sağlayan ırksal anlamda nötr bir temsilci” olarak anlaşılmış ve tarım işçilerini ve ev işlerinde çalışan işçileri koruma kapsamına almamıştır. Bugün, kalan birkaç Siyah işçinin yerini Güney Afrika'dan beyaz işçiler almaktadır. Endüstriyel tarım ve bireysel geçim kaynakları arasındaki bu gerilim, beyaz üstünlüğü ve sömürgeciliğin yasal ve politik mimarisinin bir parçasıdır.
Özellikle de gıdaya erişim, uzun bir süredir iktidardaki beyazlar tarafından bir silah olarak kullanılmaktadır. 1962’de Greenwood, MS’deki, Şiddetsiz Öğrenci Komitesi’nin etkisinin artmasına karşılık olarak, Beyaz Vatandaşlar Komitesi ve LeFlore ilçesinin beyaz lideri federal gıda programını sona erdirmek için oy vermiş ve bu da Greenwood Gıda Ablukası’na yol açmıştı. Yarıcılar genellikle pamuk dikmek için yiyecek üretimini engellediğinden Delta’daki yarıcılar ve çiftçiler kış aylarında hayatlarını sürdürmeye devam edebilmek için federal gıda yardımına güveniyorlardı. Makineleşmenin artması ve bunun sonucunda çiftlik emeğine duyulan ihtiyacın azalmasıyla birlikte birçok yarıcı, federal gıda yardımına daha da bağımlı olan, gündelik işçiler haline geldi. Tarihçi Bobby Smith’in de yazdığı gibi, Beyaz Vatandaşlar Komitesi, “beyaz hükümdarlığını sürdürebilmek, Siyahların gıda erişimini kesmek ve medeni haklar aktivizmini engellemek için gıdayı bir silah olarak kullandı.” Gıda ablukasına karşılık olarak SNCC ve medeni haklar için çalışan diğer organizasyonlar Greenwood bölgesinde ikamet eden Siyahilere gıda dağıtmak için alternatif kampanyalar geliştirmek üzerine çalıştı.
Delta’da ikamet edenler bugün hâlâ üzerinde yaşadıkları araziye erişmek ve üzerinde tarım yapmak için mücadele etmektedir. Siyah çiftçiler 20. yüzyılın ikinci yarısında topraklarının çoğunu (çoğunlukla istemeden) kaybettiler ve kalan mülkler de genellikle zaman içinde parçalara ayrıldı. Bu şekilde yerli toplulukların yerinden edilmesi ve kölelik ile başlayan toprağın sömürülmesi döngüleri devam etmektedir.
Endüstriyel tarımın yükselişi tesadüfi değildi. Beyaz güç yapısı, gıdaya erişimi bir silah haline getirerek ve iş imkanlarını sınırlandırarak nüfusun statüko için tehlikeli olduğuna inanılan kısmını kontrol edebilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri, aşırı üretimi teşvik eden sübvansiyonlarla üretime dayalı bir tarım politikası yürüterek küçük çiftçilerin Amerika Birleşik Devletleri’ni terk etmesinde, özellikle de Güney Yarım Küre’ye geçmesinde rol oynamıştır. Endüstriyel tarım geliştikçe gübreler ve pestisitler (böcek zehirleri), çoğu durumda yoğun plantasyon tipi tarım yoluyla aşırı ekip biçilen toprağı verimli halde tutabilmek için gerekli hale gelmiştir. Bütün bunların sonucu, su yolları ve yeraltı sularının, nitratlar ve diğer kimyasallarla kirlenmesi olmuştur. Endüstriyel tarım sağlık, beslenme, çevre ve yerel ekonomiler üzerindeki etkileriyle dünya genelinde kırsal toplulukların yaşayabilirliğini olumsuz etkilemektedir.
Halihazırda olduğu gibi, endüstriyel tarımın ortaya çıkardığı sorunlara uluslararası düzlemde getirilen yasal çözümler ne yazık ki yeterli değildir. Uluslararası ticaret sistemi gıda bağımsızlığını teşvik etmek veya mümkün kılmak için tasarlanmamıştır ve tarımla ilgili Dünya Ticaret Örgütü kuralları da pek esnek değildir. Tarım Anlaşması, kural olarak, yapay rekabetçi tarım ürünlerinin dünya pazarlarına düşük maliyetli dampingini azaltarak gıda egemenliğini teşvik edecek olan ihracat sübvansiyonlarının ortadan kaldırılmasına odaklanmaktadır. Ancak uygulamada bu anlaşma bir istisna ile sınırlandırılmıştır: Sübvansiyonlara, bir üye taahhütler listesinde yer aldığında izin verilmektedir. 2015 yılında, gelişmiş ülke kategorisinde olan Üyeler, kalan planlanmış ihracat sübvansiyonu haklarından vazgeçmeye söz verseler de bu çabaların odağı, tarımda daha fazla ticareti teşvik etmek, gelişmekte olan ülkelerdeki tarım ürünleri ihracatçıları için oyun alanını eşitlemek olmuştur. Tarım ürünlerinde daha çok ticareti teşvik etmek, temelde iklim adaletiyle bağdaşmamaktadır ve yalnızca endüstriyel tarımın Güney Yarım Küre’deki ülkelere kaydırılmasıyla sonuçlanacaktır. Bu tür değişimler, monokültürlere odaklanarak tehlikeli uzmanlaşmalara yol açacak ve tedarik zincirindeki kırılganlıkları artıracaktır. Carmen Gonzalez'in iddia ettiği gibi, bu durumdan en az fayda elde eden küçük çiftçiler olacaktır.
Gıda egemenliğine nasıl ulaşılabileceğine yönelik çeşitli modeller bulunmaktadır. Nikaragua, gıda yetiştirmenin çağdaş yollarını geliştirebilmek için hem çağdaş bilgiyi hem de yerel uygulamaları dikkate alan agroekolojiye yoğun şekilde odaklanarak gıda bağımsızlığını inşa edebilmek için on yıllar harcamıştır. Nikaragua henüz tam gıda egemenliğine ulaşmış olmasa da hem endüstriyel tarıma uyumlu bir modelle çalışmış hem de ona alternatif bir model geliştirerek açlığı azaltma yolunda önemli ilerlemeler kaydetmiştir. Nikaragua görece daha küçük bir ülke olsa da yerel gıda yolları dünya çapındaki topluluklarda benzer şekilde kullanılabilecektir.
Gıda egemenliği iklim adaleti için gerekli bir unsurdur; çünkü tarımdaki emisyon oranını azaltırken aynı zamanda yerel toplulukların kendi gıdasını üretmesini sağlamaktadır. İnsanlar tarım arazilerini endüstriyel tarımın elinden alıp yerel beslenme için gerekli mahsul üretmeye geçene kadar gıda ayrımcılığı devam edecek ve insanlar gittikçe daha da güvencesiz ve çevreye zarar veren bir hal alan küresel tedarik zincirlerine bağımlı kalmaya devam edecektir. Dünyanın dört bir yanındaki hükümetler, endüstriyel tarımı ve fosil yakıtları sübvanse etmeye devam etmek yerine, bu fonları yerel olarak üretilen gıdaların üretimini ve dağıtımını teşvik etmeye ve bu tür gıdaların uygun fiyatlı olmasını sağlamaya yönlendirmelidir. Gıda egemenliği artık yıl boyunca çilek yiyemeyeceğimiz anlamına gelse de bu, iklimimizi korumak ve gıda erişiminin yapılandırılmasındaki adaletsizlikleri düzeltmek için ödenmesi gereken küçük bir bedeldir.
Orijinal metin “Building Local Food Pathways: Food Sovereignty And Climate Justice” başlığıyla 21 Aralık 2021 tarihinde LPE Blog sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.