top of page

Niklas Luhmann: Autopoiesis Nedir?

Bernard Keenan

Çev.: Yusuf Enes Karataş


Autopoiesis (kendi kendini yaratma) terimi, 1972’de Şilili hücre biyologları ve sistem teorisyenleri Varela ve Maturana tarafından canlı hücrelerin kendilerini yeniden üretme ve organize etme kapasitesini tanımlamak için ortaya atılan bir terimdir. Terim, Alman sosyolog ve filozof Niklas Luhmann (1927 – 1998) tarafından, kendi etkinliklerinin tekrarı yoluyla sürekli bir biçimde kendilerini yeniden üreten ve evrime uğratan, kapalı özgönderimsel iletişim sistemlerinden oluşan toplum anlayışını yansıtmak için kullanıldı. Autopoiesis, sosyal fenomenlere atıfta bulunularak kullanıldığında, genellikle Luhmann’ın toplum teorisine gönderme yapmıştır. Bu yazı, kavramı ve kavramın sistem teorisindeki yerini özetlemektedir. Hukuk için taşıdığı kritik potansiyel, yakın zamanda yayımlanmış iki örnek üzerinden tartışılmakta ve kavramın getirdiği sınırlar ekolojik düşünceye dönülerek ifade edilmektedir.


Luhmann’ın sistem teorisi, sosyolojinin genellikle kabul ettiği epistemik mirasın yerini alması amaçlanan genel bir toplum teorisi sağlar. Özne ve nesne, maddi ve ideal, varlık ve varlık olmayan gibi kavramlar – felsefe, hukuk ve dinden türetilen ontolojik töze dayalı kavramlar – Luhmann’a göre çağdaş toplumu yeterince tanımlayamaz. Teori tamamen yapay bir yapıdır. Autopoiesis tarihsel değildir, temelleri günün birinde atılmamıştır, başlangıç noktası yoktur ve buna ihtiyacı da yoktur. Mantık çerçevesinde konuşursak, tüm proje paradoksaldır: evrensel gözlemin imkânsız olduğu gerçeğini hesaba katan gözlem için evrensel bir çerçeve üretmeyi amaçlar. Toplumun “gerçekte” böyle olduğunu iddia etmez – modern dünyanın ontolojik statüsü ezici bir karmaşıklık veya gürültüdür – ancak onu gözlemlemenin en iyi yolu olduğunu iddia eder (kısmen mütevazı bir iddia olduğunu söyleyebilir miyiz?); gerçekten de kendisini sistem teorisi üzerinden tanımlama kapasitesinin kendisi, bilimin evriminin otolojik bir başarısıdır. Modern toplumda Arşimetçi bir “evreka” anı yoktur: Tüm gözlemler tartışmaya açıktır, tüm kabullerin geçici ve olumsal olduğu kabul edilir, zamanın kendisi, sürgit keşfedilebilir bir geçmişe ve riskli, belirsiz bir geleceğe açılan sonsuz bir ufuktur. Yine de dünya hakkında mantıklı bir iletişim mümkünatını korur. Karmaşıklık, anlamlı ifadelere ve kolektif kararlara indirgenebilir ve istikrarlı beklentiler ve yapılar üretir. Devam eden başarı, sosyal sistemler teorisinin açıklayabildiği bir şeydir.


Autopoietic [kendi kendini yaşatan] bir sistem, kendi koşullarını hem dahili hem de harici bir biçimde üretirken aynı anda kendini de üretir. Böylece sistemler her zaman bir “ortam” içerisinde bulunurlar. Ortam, ontolojik bir gerçek değildir, daha ziyade kendisini çevreleyen şeylerin karmaşıklığını gözlemleme ve azaltmanın bir sonucu olarak içeriden üretilir. Bu nedenle, bir sistemin “ortam”ı sistemden önce mevcut değildir tam tersine sistemin algılama ve gözlemleme kapasitesine bağlıdır. Bir sistem ile ortamı arasındaki sınır, nihai olarak sistemin kendisi tarafından belirlenir ve potansiyel olarak her etkinlikle birlikte değişime açık hale gelir. Bu nedenle bir sistem ortamıyla doğrudan etkileşime giremez ve onu yalnızca özgönderim yoluyla gözlemleyebilir. Sistemler “eylemsel kapanım” yaşarlar, sadece kendi etkin kodları, programları ve hafızası ile çalışırlar.


Bilindiği gibi autopoiesis, insanların dahil olmadığı bir “post-human” sosyal teori olarak kabul edilir ancak bu yaklaşım pek de doğru sayılmaz. Teori esasında anti-Aristotolesçidir, ancak sosyal sistemlerin autopoietic canlı sistemleri (hücreler, nörolojik sistemler, bağışıklık sistemleri vb.) ve psişik sistemleri (zihnin bilinçli ve bilinçsiz süreçleri) içerir. Verili bir anda, üç tip sistemi meydana getiren unsurlardan oluşuruz: yaşayan, nefes alan, kendini yenileyen bir beden; bilinçli bir zihin; ve toplumsal olarak tanımlanmış bir dizi özne konumu – oğul, kız evlat, işçi, seçmen, öğrenci, müşteri, mal sahibi gibi. Sistemler karşılıklı bir biçimde birbirine bağımlıdır. Her biri, bir diğerini etkileme kapasitesine sahiptir ancak herhangi bir görevi yerine getirmek için hepsinin farklı derecelerde koordine edilmesi gerekir. Oysa sadece iletişim sosyal bir niteliğe haizdir. Sosyal sistemlerin içerisinde kendilerini ürettiği, ortamlarını tanımladığı ve gelecekteki eylem için koşulları oluşturduğu aracıdır. Toplum, sosyal sistemler tarafından üretilen iletişimden daha fazlası veya daha azı değildir. Toplum iletişimdir.


Sistemler özgönderimsel ve kapalı olduğundan “iletişim” asla yalnızca doğrudan bilgi aktarımı değildir. Hepimiz “çifte olumsallık” sorunuyla karşı karşıyayız – kimse diğerinin gerçekten ne düşündüğünü veya istediğini bilemez ve her biri iletişimini buna göre tasarlamalı ve değiştirmelidir. Basitçe söylememiz gerekirse, sistemler meydana gelir. Ego A, bulunduğu ortamdan bir “bilgi” seçer ve onu Alter-ego B’ye “aktarır”. Böylece iletişim başlar. A, B’nin seçilen bilgiyi nasıl anlayacağını (veya nasıl yanlış anlayacağını) bilemez; dahası, anlayış mutlaka kabul anlamına gelmez. Eğer A, B’nin bilgiyi kabul etmesini istiyorsa deneyime ve mevcut algılamaya atıfta bulunarak, aktarımın B tarafından kabul edilebilir olması için ne şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini değerlendirecektir. B bilgiyi değerlendirirken, bunu A’nın amaçladığı şekilde anlamayabilir ve herhangi bir anlayış farklılığına bakılmaksızın iletişimi reddetmeyi veya kabul etmeyi seçebilir. (Yanlış) anlamanın olası ufkunu kapsamaya yönelik stratejiler, zaman içinde tekrar ile ortaya çıkar ve bunlar iletişim sistemlerine sabitlenir.


Luhmann’ın ifade ettiği gibi “iletişimler ‘yaşayan’, ‘bilinçli’ birimler veya ‘eylemler’ değillerdir. Onların birliği, üç seçimin – bilgi, aktarım ve anlamanın – bir sentezini gerektirir. Bu sentez, bilincin dâhili gücü ya da bilginin dâhili niteliği tarafından değil, bir iletişim ağı tarafından üretilir.”[1] Bilgi, aktarım ve anlamanın üçlü sentezi, “önceki iletişimlere ve fiili olay tarafından sınırlandırılacak olan daha sonraki iletişim olasılıklarına atıfta bulunarak durumdan duruma yeniden yaratılmalıdır”.[2] Daha sonraki iletişim seçimleri “ya önceki iletişimin kabulü veya reddi ya da meselenin gözle görülür bir biçimde önlenmesi veya ertelenmesi”[3] şeklindedir. İlk olarak, ne ego ne de alter-ego, iletişim üzerinde kontrole sahiptir. İletişim, doğrusal bilgi aktarımı değil, gözlemcilerin gözlem yapma kapasitesine dayanan, ortaya çıkan bir olgudur. Böylece başka türlü totolojik bir ifadeyi anlamlandırabiliriz: yalnızca iletişim, iletişim kurar. İkinci olarak, gözlem her zaman dünyada bir fark yaratır ve bu fark karmaşıklığı azaltarak ve gelecekteki olası gözlemlerin ufkunu daraltarak işlev görür. Üçüncü olarak, iletişim, bir ayrımın diğer tarafının değil, bir tarafının göstergesi olarak gözleme dayalıdır. Anlama (veya yanlış anlama), bir gözlemde “gösterilen” ile gösterilmeyen arasındaki asimetrik farka – örneğin, varlık ve varlık olmayan, bir mülke sahip olmak ve olmamak, insan ve insan olmayan gibi – karar verir.


Gösterilen taraf, bir sonraki gözlem sorununun kaynaklandığı yerdir. Gösterilmeyen taraf konuşulmadan kalır, ancak durumun yapısında söylenmemiş olanın daha sonraki gözlemlerde telafi edilme potansiyeline her zaman açık kapı bırakır. Bu, yapısökümün iç görülerini yansıtarak, tüm gözlemlerin bir paradoks üzerine kurulduğunu ima eder. Bir ayrımın pozitif ve negatif yanlarının farkının birliği bir çırpıda gözlemlenemez. “Bütün” bu haliyle anlatılamaz. Herhangi bir gözlem yapmak için bütünü parçalara – gösterilen ve gösterilmeyen tarafa – bölmek gerekir, bu noktada bütünün birliği gözlemlenemez hâle gelir. Bu paradoks, dünyanın gözlemlenemezliğini, gerçekleştiği anda gözlemlenemez olan bir gözlem işlemi aracılığıyla gözlemlenebilir kılar. Ancak daha sonra, ikinci dereceden gözlem yoluyla, herhangi bir geçmiş gözlem – yalnızca olumsal, kısmen ve paradoksal olarak – olduğu gibi gözlemlenebilir. Bu hiçbir şekilde diyalektik bir nokta değildir. Paradoksların basitçe zaman içinde çözülmesi dışında bir alternatif yoktur. Luhmann’ın muzip bir şekilde “yapıbozumun yeniden inşası”[4] dediği şey budur. Yine de bu da bir paradokstur çünkü paradoksal bir etkinliğin her açıklaması başka bir paradoksal etkinliği, ortaya çıktığı anda kaybolan başka bir olayı, paradoksal olarak bir sisteme istikrar sağlayan doğası gereği istikrarsız bir etkinliği gerektirir. Sistemler yalnızca etkinliklerini kullanmaya devam etmek için etkinliklerini kullanmaya devam edebilir ve bu autopoiesis’dir.


O halde, psikanalize çok benzer bir biçimde, sistem teorisi; olumsallık, yanlış anlama, yanlış tanıma, çatışma ve hayal kırıklığının, indirgenemez farklılıkların üretimi yoluyla aynının (anlamanın) gözlemlenmesine dayanan toplumun doğal unsurları olduğunu kabul eder. Aksinin olması mümkün değildir, “sistem uzlaşı sağlamak için kurulsaydı biterdi”.[5] Farklılıklar toplum için bir önkoşul olduğu kadar problem değildir: Her zamankinden daha fazla iletişim – sistemleri sürekli uyum sağlamaya ve böylece iletişimi sürdürmeye yönlendiren autopoietic gaye – için fırsat sağlarlar. Gerçekten de toplum, asla tam olarak “orada” olmayan dünyaların bir inşası olan bir gerçeklikle uğraşarak, bilineme olanı bilmeye yönelik bu paradoksları ele alan işlev sistemleri geliştirmiştir. Dinde, felsefede, antropoloji literatüründe ve modern sanatta bu sorunları yönetmenin yolları bulunur. Matematik bile kendi olumsallığının farkındadır ve bugün dünyanın ontolojik statüsünü kendi özyinelemeli özgönderimsel etkinlikler aracılığıyla ele almak öncelikle bilime bırakılmalıdır. Sistemler – girdi olarak önceki çıktısını kullanan ve bu nedenle analitik olarak tahmin edilemez olan kavramsal bir cihaza yönelik – “ıvır zıvır olmayan makineler”dir.


Bir sistem özyinelemeli olarak ne kadar çok gelişirse, ortamıyla olan etkileşimleri o kadar karmaşık hâle gelebilir; ne kadar çok algılayabilir ve hakkında iletişim kurulabilirse etkinliklerinde o kadar spesifik ve yoğun olabilir. Sistemler, kendi öğelerinin ve sınırlarının sürekli seçimi ve çözülmesi yoluyla kendilerini kendi geçmişlerinden ve birbirlerinden farklılaştırırlar. Yine de bu noktada önemli olan, deneyimin parçalanması değil, anlam ve deneyim arasındaki ilişkinin nasıl sürdürüldüğüdür. Dünyayı anlamlandırma tarzlarındaki farklılıklara rağmen, toplum yine de kendi kendini koordine etmeyi başarır. Toplumun, geçmişte farklı biçimler almış, farklılaşmış birliği, Luhmann’a göre, parçalı toplumlardan tabakalı toplumlara, oradan da çağdaş, işlevsel olarak farklılaşmış toplumumuza geçmiştir. Luhmann’ın toplumun işlevsel sistemlerine – hukuk, siyaset, bilim, din, ekoloji, ekonomi, sanat vb. – ilişkin analizlerinin sistemlerinin çoğu Avrupa-Amerikan rasyonalitesinin entelektüel dönüşümlerinin evrimsel bir yeniden okumasına dayanır ve bu, sistem teorisinin kendisinin gerçekleştirilmesiyle sonuçlanır.


Autopoiesis ve işlevsel farklılaşma genellikle belirli bir muhafazakârlıkla ilişkilendirilir. Bu genellikle yalnızca evrimleşebilen, yönlendirilemeyen ve basitçe kabul edilmesi gereken şeyleştirilmiş, rasyonel, işlev sistemlerinden oluşan bir toplum yönelik bir argüman olarak sıkı kurallar koyan bir sistem teorisi karikatürünü içerir. Luhmann’ın teorisinin hiçbir normatif amacı olmadığı ve gelecek hakkında – yarının bugünden farklı olacağı dışında – hiçbir şey öngörmediği iddiası doğru olsun ya da olmasın, aşağıda sistem teorisini yaratıcı bir şekilde uygulayan son iki eleştirel hukuki düşünce örneğine atıfta bulunularak kısaca gösterilen teorinin eleştirel potansiyeli lehine söylenecek şeyler bu metinde söylenenlerden daha fazladır.


İlk olarak, çarpık temsil sistemlerin öncelikle ortamlarının gözlemleriyle ilgili olduğu kritik gerçeği gözden kaçırır. Başka bir deyişle, hukuk sistemi öncelikle diğer sistemlerde ifade edilen iletişime “endişeli bir tetkik” yapmakla ilgilenir ve yapmalıdır da: Bir para transferi gerçekleşti mi? Şiddet kullanıldı mı? Zulüm riski var mı? Doğru prosedürler takip edildi mi? Bu ötekine referans soruları ancak hukuki standartlara özgönderim yoluyla ele alınabilir? Ortamın ve sistemin kendisinin birinci ve ikinci dereceden gözlemi sürekli olarak oyundadır ve sorunların çerçevelenme, çözülme ve eleştirilme biçimlerinin tümü, kritik sistem teorisyenlerinin gözlemleri de dâhil olmak üzere – ancak herhangi bir ayrıcalık tanınmaksızın – gözlemcilerin gözlemleri olarak gözlemlenebilir. Bu, hukukun, diğer yapıların “istikrarlılaştırılmasına” nasıl katkıda bulunduğuna duyarlı bir tür sosyal antropolojinin yolunu açar. Teknoloji, ekoloji, bedenler ve zihinler iletişim ortamında olduklarından hiçbir zaman tam olarak iletişime açık olmayan ancak paradoksal ayrımlarla tanımlanabilen bir maddeselliğe sahiptirler. Hukuki ifadeler, toplumun öz-tanımlamalarının merkezinde yer alır, bu nedenle hukuk tekniğinin içkin bir okuması teori kullanılarak verimli bir şekilde çerçevelenebilir. Alain Pottage bu iç görüyü çalışmalarında sık sık kullanır ve son zamanlarda buhar makinesinin patentlenmesinde “inovasyon”un hukuki olarak tanınmasının – “Bir Kıyamet Patenti” – Antroposen’in zamansal yapısını nasıl oluşturduğunu açıklamak için bundan yararlanır.[6]


İkinci olarak, mikro uygulamadan makro teoriye geçiş yapan çarpık temsil, teorinin paradoksal sorunları özümseme ve dengeleme kapasitesini kaçırır. Emilios Christodoulidis'in son kitabı The Redress of Law'da[7], autopoietic bir sistem olarak hukukun analizi, özgönderim kavramı aracılığıyla “Anayasa nedir?” sorusunu ele almanın bir yolu olarak kullanılır. Böylece Christodoulidis, “Anayasa”nın (politik/hukuki, yargısal/yönetimsel, demokratik/anti-demokratik vb.) – olumsal, geçerli ancak asla tanımsal olmayan tanımlar – özü etrafındaki tartışmaların bitmez tükenmezliğini askıya alır. Eleştirel siyaset teorisinin yanında konumlanan autopoiesis, kapitalizmin aşırı hızlı, açgözlü “piyasa anayasacılığı” karşısında “yeterli” bir siyasi anayasa hukukunun değerini sorgulamaya çalışan çağdaş hukuk teorisine radikal bir müdahale için bir demirleme çerçevesi sağlar. Bu hassas teorik çalışma, Luhmann’ın, teorinin hem kendi körlüğünü kabul edebileceği hem de (en azından şimdilik) buna dayanabileceği ve toplum olarak toplumca gerçekleştirilen şeyin en büyük korkulara neden olduğunu ancak reddedilemeyeceği”ni[8] kabul eden hipotezini kanıtlıyor gibi görünüyor.


Autopoiesis’e getirilen muhafazakâr çarpık temsilden daha ilginç bir eleştiri, teorinin sibertenik çağın rasyonalitesinin en saf ifadesi olduğunu kabul eder ancak bu çağın hâlâ sürüp sürmediğini sorgular. Luhmann, tüm felsefi bagajı ve ıvır zıvır gözlemleriyle Batı ontolojik rasyonalitesinin tarihinin, ıvır zıvır olmayan autopoietic rasyonalitenin gerçekleşmesinin öncüsü olduğunda ısrar ederek, “neo-sibertenik hakikat rejimi”[9] hakkında net bir açıklama yaptı. Erich Hörl’ün tanımladığı şekliyle bu rejim, tekno-optimizm, sürekli olarak yinelenen bir makine olarak inkâr edilen bir bilgi fantezisi ve teknolojik olmayan bilgi biçimlerinin reddi ile damgalanmıştı. Bu rejim oldukça sürdürülemez görünüyor. Eğer öyleyse, neo-sibertenik düşüncenin yerini almak için “ekolojik” bir düşünce gerekiyorsa, o zaman daha fazlasına ihtiyaç vardır – bunun tekno-makine medya çağının ekolojik medya çağıyla yer değiştirmesini mi temsil ettiği yoksa Avrupa Amerikan epistemolojisinin tarihinde daha ileri bir evrim mi olacağı hâlâ belirsizdir. Belki de şimdi sorulması gereken kritik soru budur: “Autopoiesis neydi?”


Orijinal metin "Niklas Luhmann: What is Autopoiesis?" başlığıyla 10 Ocak 2022 tarihinde Critical Legal Thinking sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.


[1] Niklas Luhmann, “The Autopoiesis of Social Systems,” in Sociocybernetic Paradoxes: Observation, Control and Evolution of Self-Steering Systems (F. Geyer, J. van der Zouwen, eds., Sage Publications, 1986), 174.

[2] Luhmann, “The Autopoiesis of Social Systems,” 183.

[3] Luhmann, “The Autopoiesis of Social Systems,” 183-85.

[4] Luhmann, “Deconstruction as Second-Order Observing”, in Theories of Distinction: Redescribing the Descriptions of Modernity (William Rasch, ed., Stanford, 2002), 101.

[5] Luhmann, “The Autopoiesis of Social Systems,” 185.

[6] Alain Pottage, “An Apocalyptic Patent” (2020) Law and Critique 31 239-252.

[7] Emilios Christodoulidis, The Redress of Law: Globalisation, Constitutionalism and Market Capture (Cambridge, 2021).

[8] Luhmann, “Deconstruction as Second-Order Observing”, 193.

[9] Erich Hörl, “Luhmann, the Non-trivial Machine and the Neocybernetic Regime of Truth” (2012) Theory, Culture and Society 29(3) 94-121.

bottom of page