top of page

Marslılar Için Insan Hakları

Costas Douzinas

Çev.: Rıdvan Türk


“İnsan hakları hareketi, Bildirgelerin soyut insanı ile ampirik insan arasındaki boşluğu kapatmak için devamlı fakat zayıf bir mücadele olarak görülebilir. Başarılı oldu mu? Hem evet hem hayır.


2015 ve 2016, Suriye, Irak, Afganistan ve Libya’daki savaş alanlarından ayrılarak hayallerindeki cennet olan Avrupa’ya doğru yola çıkan mülteci ve göçmenlerin kararsız, muhacir (moving) insanlığının yürek burkan görüntüleri ile öne çıktı. Bir milyondan fazla insan, Ege ve Libya denizlerinin dalgalı sularına meydan okudu ve kendilerini Yunanistan’ın Midilli, Sakız, Kos, Agathonissi, Farmakonissi ve Limni adalarına attı.


Adalara giderken binlerce kişi hayatını kaybetti. Yunanistan ve Türkiye sahillerinde yatan boğulmuş ceset fotoğrafları her gün yayınlandı. Eylül ayının başlarında, Türkiye’de bir sahile vuran üç yaşındaki Aylan Kurdi’nin görüntüsü tüm dünyaya yayıldı ve mülteci krizinin simgesi oldu.


İngiltere Hahambaşısı Ephraim Mirvis, bir radyo röportajında şöyle demişti: “Çok uzun süredir, acı çeken bu insanları, onlar sanki Mars’ta yaşayan insanlarmış gibi gördük. O son derece hüzünlü ve trajik imaj ki, kalplerimizi sarstı… Bu çocuğun görüntüsü aklımızı başımıza getirdi; artık gerektiği gibi davranmalıyız.”


Fakat 2016’nın öne çıkan ilk mülteci ölümü bu değildi. 1 Ocak’ta Yunanistan’ın Agathonissi adasındaki kayalıklara çarparak parçalanan hınca hınç dolu bir botun enkazında ölenler arasında iki yaşındaki isimsiz bir çocuk da vardı. “Hiçbir şey sizi olan bitenin korkunç gerçekliğine hazırlayamaz. Bugün, devam eden bu mülteci krizinin en genç kurbanlarından biriyle karşı karşıya geldik. Göçmenlere destek veren bir STK görevlisi olan Christopher Catrambone “Bu, içler acısı bir halde, emniyete ulaşmaya çalışırken hayatını kaybeden binlerce insanın trajik bir hatırlatıcısı” dedi.


Bu iki trajik görüntü arasında binlerce insan azgın sulara meydan okumaya devam etti ve yüzlercesi boğuldu. Midilli adasında boş bir mezar dahi kalmadı. Gömülenlerin adı ve uyruğu bilinmediği için birçok mezar işaretsizdir. Mülteciler, son insani felaketin ardından üzülünmeyen ve yası tutulmayan kurbanlarıdır.


Antigone’nin bildiği gibi, ölüler her ne pahasına olursa olsun onurlandırılmalıdır. Judith Butler’e göre, yas tutulamayanların, yas tutulmayı hak etmeyenlerin hayatı, çıplak hayatın en uç hali, başka bir deyişle hukukun ve devletin korumasından yoksun bir hayattır.


Dalgaların üzerinde sürüklenen, sonra sahile vuran küçük cesedin görüntüsü sarsıcıydı. Tüm dünyada tekrar tekrar basıldı ve yayınlandı. Fakat Aylan’ın ölü bedeninin Avrupalı politikacılar üzerindeki etkisi Hahambaşındaki ile aynı olmadı. Yunanistan, Ortadoğu’daki savaşlardan kaçarak Kuzey Avrupa’ya giden insanlar için bir geçiş noktasıdır.


2015 yılında Avrupa’ya ayak basan bir milyondan fazla mültecinin 820.000’i Yunan adalarını kullandı; 2016 yılının ilk aylarında ise bu sayı yaklaşık 250.000 idi. Almanya geçici olarak sınırlarını açtı ve çok sayıda sığınmacıyı kabul etti. Fakat siyasi iklim değişmeye başlayınca sınır kapıları yeniden kapandı. Macaristan, başlangıçta göçmenleri hoş karşılayan Almanya’nın ahlaki şantajının kabul edilemez olduğunu deklare ederek sınırlarını tel örgüyle çevirdi. Hırvatistan ve Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti de sınırlarını tel örgüyle çevirdi.


Polonya yalnızca Hıristiyan mültecileri kabul edeceğini açıkladı. Nihayet, Avusturya da mültecileri almayı durdurduktan sonra, Batı Balkanlar rotası Yunanistan ile Kuzey Makedonya arasındaki sınırda devriye gezen askerler tarafından kapatıldı. Avrupa Birliği, tek taraflı olarak ve uluslararası ve Avrupa hukuku yükümlülüklerine aykırı olarak, kendisini yabancılara kapattı.


Avrupa Birliği fiziksel olarak bir “Avrupa Kalesi”ne dönüştü. Türkiye ile bir anlaşma yaparak göç kontrolünü dışsallaştırdı ve sınırlarının kontrol ve güvenliğini, güvenli olmayan üçüncü bir ülkeye devretti.


Eylül 2015’teki bir AB Zirvesi’nde, yaklaşık 160.000 mültecinin Yunanistan ve İtalya’dan, boyutlarına ve nüfuslarına orantılı bir şekilde, 28 AB ülkesine taşınması konusunda anlaşmaya varıldı. Fakat anlaşmadan bu yana 1000’den az mülteci yeniden yerleştirildi. Anlaşmanın hemen ardından, Macaristan ve Polonya da dahil olmak üzere bazı devletler anlaşmayı geri çevirerek herhangi bir mülteci almayı reddetti. Avrupa Birliği’nin en zengin ülkelerinden biri olan Danimarka, mültecilere sunulacak temel hizmetlerin maliyetini karşılamak için, onların pahası gülünç boyutlarda olan değerli eşyalarına el konulmasına izin veren bir yasayı kabul etti.


Eylül 2015’te tüm dilek, beklenti ve öngörülerin aksine Pire Limanı bölgesinden Syriza milletvekili seçildim. Yunan Parlamentosu’nun Savunma ve Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı olarak, çeşitli parlamentolar arası konferans ve toplantılara katılmam gerekiyor.


Kasım ayında, Batı Balkanlar’daki göç dalgasını tartışmak için Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen bir toplantıda, Yunan pozisyonunu açıkladım: Göçmenleri ağırlamak, kayıt altına almak, hemen ayrılmak istemeyenler için iltica determinasyon sürecini başlatmak ve ülkedeyken hayatlarını katlanılabilir hale getirmek için mümkün olan her şeyi yaparken diğerlerinin gitmesine izin vermek. Sıradan vatandaşların yardımı ve Yunan ve yabancı STK’ların dayanışması, küçük ve ekonomik olarak harap olmuş bir ülke için bu büyük görevi mümkün kıldı.


Kuzey Avrupalı bir milletvekili, Yunan liman polisinin köhne mülteci botlarını “geri püskürtmesi” gerektiğini söyleyerek sertçe karşılık verdi. “Geri püskürtme”nin teknelere çarpmak veya  onları batırmak dışında işe yaramayacağını, bunun da Yunanlıların yapmayacağı bir şey olduğunu söyledim. Muhatabımın cevabı, devriye botlarının mültecilerin adalara ulaşmasına izin vermesi, ancak “yasadışı” göçmenleri geri çevirmesi gerektiğiydi.


Bunun üzerine tekrar Yunan hükümetinin Ege’de daha fazla ölüme müsamaha göstermeye hazır olmadığını vurguladım. Nitekim, bazı insanlık dışı yönetimler böyle bir plan öngörse de, sert ve dalgalı sularda ekonomik mülteci ile sığınmacıyı ayırmak imkansızdır.


Londra’nın gölgelerinde yaşayan, iltica talebi reddedilmiş iki sığınmacı olan Jami ve Barzo, Kuzey Avrupalı politikacıya kısa ve öz bir yanıt verir. Mülteci yardım kuruluşu PAFRAS’ın, şehirlerimizdeki barınaksız, yiyeceksiz, çalışma hakkından yoksun, günde bir dolardan daha azıyla hayatta kalan bir yeraltı insanlığının yaşamını detaylandıran raporundaki bir videoda, parklarda uyuyan Jami, kendini “belge”leri olan arkadaşlarıyla ve dolaylı olarak da geri kalanımızla karşılaştırıyor: “İkimizin de iki eli, iki gözü ve iki bacağı var. Onlar da benim gibi insan”.


Barzo ise yoksulluğunun, evsizliğinin ve umutsuzluğunun yürek burkan gerçeğini anlatan konuşmasını, bizler gibi sıcacık, konforlu evlerinden “insan hakları, insan hakları” diye sayıklayan insanlara seslenerek bitiriyor: “Peki ama sığınmacılar için insan hakları nerede?”


Shylock’dan Primo Levi’ye kadar natüralist filozoflar, acı çeken insanlığı yansıtan rahatsız edici ve kısık sesli cümlelerinde, inkar edilemez bir biçimde gözümüzün önünde duran şeyin hakikatini ortaya koydular: Hepimiz insan olabiliriz, ancak insanlık, daima bazı unsurlarını dışladı, aşağıladı ve küçük düşürdü.


İnsanlık yekpare değildir; daima tam insanlar ve daha az insanlar olarak bölünmüştür. Nitekim mülteci krizi versiyonu da mülteci ile göçmeni birbirinden ayırdı; sanki doğuştan, doğası gereği “yasadışı” insanlar varmış gibi, onların bir kısmını “yasadışı” ilan ederken diğer bir kısmına (mültecilere) retorik bir korumanın daima sallantıda duran zemininde bir yer tanıdı.


Bölünmüş İnsanlık


Öyle anlaşılıyor ki bazı insanlara insan hakları dünyasında bir yer bulunmuyor. Peki, bu paradoks nasıl anlaşılabilir? Hak taleplerindeki enflasyon mevcut durumun üzerini örtüyor. Jami ve Barzo’nun bize söylediği, Aylan’ın gözler önüne serdiği şeyi anlayabilmek için baştan başlamaya ihtiyacımız var.


“İnsan hakları”, hukuk ve ahlakı bileşimi bir terimdir. Yasal haklar, erken moderniteden beri Batı hukukunun temel yapı taşı olmuştur. İnsan hakları ise bir tür ahlak olarak anlaşılabilir ve bireylerin kamusal ve özel güçlerden bekledikleri muameleyi ifade eder. İnsan hakları, hukuk ve ahlakı bir araya getirerek toplumun kalbine bir dizi paradoksu yerleştiren melez (hybrid) bir kategoridir.


Yasal haklarla başlayalım; bu haklar, iktidarın insanlara yönelik muamelesi açısından oldukça önemlidir. Özel mülkiyet ve sözleşmeye dayalı haklarla erken modernitede tanıştık. Bu, hem piyasa ekonomisinin ortaya çıkmasının bir sonucuydu hem de haklar onun zaferine katkıda bulundular.


Kültürel olarak hakların zemini, Alasdair McIntyre’ın “ahlaki felaket” (moral catastrophe) olarak kavramsallaştırdığı şey tarafından hazırlandı; başka bir deyişle, modern öncesi erdem ve ödev topluluklarının çöküşü süreci hızlandırdı. Zira bireyci ve özgür iradeye dayanan kapitalist toplum evrensel bir ahlaki koddan yoksun olduğundan, benlik (private egotism) üzerindeki kısıtlamalar harici olmalıdır. Suç, haksız fiil ve yasal haklar tam olarak bunu temin eder. Yasa, bireylere haklarını kullanma yetkisi verir ama aynı zamanda buna bir sınır çeker; böylece teoride,  hepimiz eşit haklara sahip oluruz.


Anlaşmazlıklar ortaya çıktığında, bunları çözmek avukatların ve hakimlerin görevidir. Bu kanun uzmanları, yasaların ve hakların olgular gibi olduğu, meslek uzmanları tarafından keşfedilebilecek “nesnel” anlamlara sahip bulunduğu yönündeki yaygın olarak kabul edilen bir görüşü yaydılar. Yasal haklar, sosyal ve politik çatışmayı kuralların anlamına dair teknik bir soruna dönüştürür.


Bununla birlikte, yasal kurallar ve haklar, anlamlarını üzerlerinde taşımazlar. İnsan hakları hükümleri genellikle genel ve soyuttur. Uygulanmaları için yorumlanmaları gerekir. Haklara dair çoğu anlaşmazlık, birbirine karşıt ama her biri makul olan en az iki yasal ve kültürel anlam içerir. Tam da bu noktada, analiz edilen karşıt açıklama şemalarının tümü önemli hale gelir. Çoğu haklar bildirgesinin ve hak sözleşmelerinin en başında bulunan “yaşam hakkı”nı ele alalım.


Düzenlemelerde kürtaj, ölüm cezası veya ötenazi gibi sorunların çözümleri yoktur. Yine bu hakkın gıda, barınma, sağlık hizmetleri veya iltica için güvenli bir güzergah gibi hayatta kalmak için gerekli olan ön koşulların sağlanmasını koruyup korumadığı da metinden anlaşılmaz. Çoğu durumda, bir insan hakları talebi, hakkın anlamı veya çatışan haklar karşısındaki göreceli konum ile ilgili bir tartışmayı sonlandıran bir şey değil, tartışmanın başlangıcıdır.


Bu noktada, ahlaki, politik veya ideolojik düşünceler, kaçınılmaz olarak hukuki muhakemeye dahil olur. Paris’teki terör saldırılarından sonra oldukça önemli hale gelen özgürlük ve güvenlik arasındaki çatışmalara yönelik çözümler, demokratik bir toplumun nasıl işlediğine dair varsayımlar içerir.


Bu çözümler bir dereceye kadar karar vericilerin ideolojik, politik veya ahlaki görüşlerine dayanır. Haklara dair çatışmaları politikacılardan uzaklaştırmak ve hukukçulara (onların klasik türdeş bakış açılarına) tevdi etmek bu temel gerçeği değiştirmez. Hakların ve hukukun, kullandıkları yetkilerini tarafsız ve objektif hale getirmek için akla ve teamüllere (precedent) dayanması beklenir. Ancak bastırılmış “sübjektivizm” daima geri döner: haklara dair muhakeme belirsiz, açık ve potansiyel olarak radikaldir. Unutmamalıyız ki, hukukun asıl görevi bir düzen sağlamaktır; ahlakiliği desteklemek değil.


İkinci olarak, hukuk tarafından tanınsın veya tanınmasın “insan hakları” ahlaki taleplerdir. Serbest siyasi faaliyet hakkını savunan Çinli bir muhalif ya da güvenli bir yere geçiş hakkı olduğunu iddia eden bir sığınmacı hem haklı hem de haksızdır. Muhalifin “hakkı”, mevcut bir yasal yetkiye değil, ahlakın (veya ideolojinin, uluslararası hukukun veya başka bir yüksek kaynağın) ne talep ettiğine ilişkin bir iddiaya atıfta bulunur.


Bu bakımdan insan haklarının ahlakiliği, yasal statüleriyle her zaman potansiyel bir çatışma içindedir. İnsan hakları, gerçek ile ideal olanı karıştırır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin birinci maddesini ele alalım: “Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar”. Ancak Jeremy Bentham’ın belirttiği gibi, yeni doğan bebekler hayatta kalmak için bakıcılarına muhtaçtır; insanların eşit doğduğu iddiası dünyadaki büyük eşitsizlikler karşısında anlamsızlaşır.


Biyolojik ve sosyal doğa, doğumsal ve tarihi tesadüflerin kaçınılmaz bir sonucu olarak şeyleri eşitsiz bir şekilde dağıtır. Kalıtım, içinde doğduğumuz aile ve topluluğun konumu, ekonomik (dez)avantajı büyük ölçüde hayatlarımızı belirler. Öte yandan eşitlik, doğal değildir ve uğruna mücadele edilmesi gerekir.


Benzer şekilde, sığınmacının yukarıda belirtilen yaşama hakkı iddiası, kaçınılmaz bir hayatta kalma beklentisi yaratmaz. Benimsenen siyasi, yasal veya kültürel söylemsel çerçeveye bağlı olarak, bir bota çarpmak, bir suç eylemi ve mülteci haklarının ihlali veya ulusal çıkarlar için gerekli bir korunma eylemi olarak yorumlanabilir.


İnsan hakları beyanları bu nedenle bir gereklilik ifade eder: insanlar özgür ve eşit değildir ancak öyle olmaları gerekir; insanların yaşam hakkı yoktur, hayatta kalmaları için gerekli araçlara sahip olmaları gerekir. Başarıları, siyasi iradeye, içinde eşitlik ve yaşam ilkeleri uğruna mücadele edilen sosyal koşullara bağlıdır. Eşitlik, olan bitenin tasviri değil, bir eylem çağrısıdır. Ahlak veya hukuk felsefesi, bu basit gerçeği unuttuklarında artık “ahlaki” sıfatını hak etmezler.


İnsan hakları, önemli şeyleri ve etkinlikleri koruyan yasal hakların bir alt kategorisidir. Klasik iddia, hakların insanlara ulus, topluluk veya sınıf gibi daha dar kategorilere aitlikten ziyade insan oldukları için verildiğidir. Ne var ki bu iddia, doğal haklar ve insan hakları tarihi tarafından çürütülmüştür.


Modernitenin siyasi ve hukuki temeli ve manifestosu olan Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, Evrensel Bildirge’nin “erkek”inin (men) yerine insanlar diyerek tekrarladığı özgür ve eşit haklarla ilgili ifadeyle başlar. Devamında bildirge, bu hakları yalnızca Fransız vatandaşlarına bahşeder.


Bu noktadan itibaren devlet olma, egemenlik ve toprak; ulusu ve onun patolojilerini, yani milliyetçiliği, etnik savaşları, etnik temizliği ve soykırımı takip eder. Yabancı, tam da evrensel “insan” ile ulusal yurttaş arasındaki boşlukta ikamet eder; vatandaş olmadıkları için hakları yoktur ve sonuç olarak tam insan değildirler.


“İnsan hakları” nın “insan”ının, özgür irade, akıl ve ruh dışında hiçbir somut özelliği yoktur. Bu evrensel unsurlar, Hıristiyanlığın yaşamın kutsallığına dair inancını sekülerleştirdi ve insanlığa haysiyet ve saygı bahşetti. Ancak bu “insan”, Hegel, Burke ve Marx’ın kabul ettiği gibi, beden, renk, cinsiyet ve tarih içermeyen bir soyutlamadır.


Yine de yasal haklardan tam olarak yararlanan insan aslında bir erkekti: varlıklı, beyaz, Hıristiyan, şehirli erkek. Nitekim o, insanlığın soyut haysiyetini ve güçlülerin ayrıcalıklarını bünyesinde toplar ve birleştirir.


O zamandan beri, tam “insanlık”, insanlık dışındaki belirli kategori veya koşullar (vatandaşlık, sınıf, cinsiyet, ırk, din, cinsellik) arkaplanına karşı inşa edilmiştir. Haklar evrenselse, mülteciler, kaçak göçmenler veya kendilerini koruyacak bir ülkesi olmayan Guantanamo Körfezi tutukluları insanlığın haklarına sahip olmalıdır.


Fakat hiçbiri bu haklara sahip değil; çıplak, korumasız hayatlar… İnsan hakları insanlara ait değildir; kademeli bir “insanlık” inşa ederler. Her tarihsel çağ, yönetenler, yönetilenler ve dışlananlar arasında ayrım yapmak için (felsefi veya ampirik) bir insanlık tanımı kullanmıştır.


Dilimizi konuşmayan, dinimizi paylaşmayan, yanlış sınıfa, cinsiyete, renge veya cinselliğe mensup olanlar, her zaman belli bir eksene göre tanımlanan “insanlık”ın dışında bırakılmışlardır. Bu dışlama kategorileri bugün hala etkindir. Bununla birlikte küresel neoliberal kapitalizmin reddettiği “dipteki milyar” (bottom billion) ve “insan atığı” (human waste) da onlara katılmıştır.


İnsan Hakları Paradoksu


İnsan hakları hareketi, Bildirgelerin soyut insanı ile ampirik insan arasındaki boşluğu kapatmak için devamlı fakat zayıf bir mücadele olarak görülebilir. Başarılı oldu mu? Hem evet hem hayır. Ortak bir “insanlık” konsepti, evrensel onur misyonunu ortaya çıkardı.


Ancak Jami, Barzo ve Aylan, bize, insanlığın hiçbir tanımında kutsal bir şey bulunmadığı ve onun kapsamının sonsuz olmadığını öğretirler. Kendilerini koruyacak bir devleti, milleti ya da hukuku olmayan mülteciler, insan haklarından asıl yararlananlar, ‘insanlık’ın tesellilerinin alıcıları olmalıdır.


Gelgelelim, liberal filozofların iddialarına rağmen, çıplak insanlık hiçbir koruma sunmuyor. O halde, insan haklarının insanlara ait olmadığı sonucuna varabiliriz. Haklar, kimin insan olarak görüleceği ve nasıl insan olacağının inşasına yardımcı olurlar. Jami, Barzo ve Aylan’ın hiçbir hakkı yoktur. Onların durumunda, hukuk ve ahlak arasındaki paradoksal ilişki, ahlaki buyruğun ortadan kaldırılmasıyla çözüldü. Tıpkı geri kalanımız gibi yaralanıp acı çekmelerine rağmen, tam anlamıyla insan değiller.


İnsan haklarının ideolojik gücü, tam da onların retorik belirsizliklerinden, gerçek ile ideal ve insanlık ile hakların tek sağlayıcısı olan ulusal vatandaşlık arasındaki salınımdan kaynaklanır. Muhafazakar hükümetin yürürlükten kaldırmaya söz verdiği İngiliz İnsan Hakları Yasasında olduğu gibi, insan hakları hukukun bir parçası haline geldiğinde, hukuk, yerleşik durumuna karşı baskı üreten bir kendini aşma (self-transendence) ilkesi içerir. İnsan haklarını içeren bir hukuk sistemi, paradoksal bir biçimde kendisine özdeş (equal) değildir; çünkü insan hakları, sadece totaliter devletlerde değil, her yerde hukukun tamamını hesap vermeye çağırmaktadır.


Bu anlamda insan hakları, baskı ve tahakküme direnme ve kamuoyunun hoşgörüsüzlüğüne muhalefet etme dürtüsünün en son ifadesi haline geldi. 18. yüzyılın büyük devrimlerinde, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki “bir daha asla” ilanlarında, faşist ve komünist yönetimlere karşı halk ayaklanmalarında da durum böyleydi.


Haklar Batıda Antigone’nin adil olmayan yasaya meydan okumasıyla başlayan ve hor görülen, köleleştirilen veya sömürülenlerin mücadelelerinde su yüzüne çıkan uzun ve onurlu bir geleneğin parçasıdırlar. Jami’yi, Barzo’yu ve Yunan adalarına her gün gelen binlerce kişiyi savunanlar bu geleneğe mensuptur ve insan haklarına değerlerini yeniden iade etmektedirler.


Gelişmekte olan dünyanın güçlü şirketlerinin “insan” haklarını savunmak için insan hakları söylemini kullananlar, hakların sıradanlaşmasına ve nihai olarak körelmesine katkıda bulunur. Bu körelme, paradoksal olarak hakların zaferini takip eder. İnsan hakları mutasyona uğramış, genişlemiş ve toplumsal yaşamın her alanına dokunan yerel bir şey haline dönüşmüştür.


Hakların benzersizliği ve önemi, onların her yerde rastlanılabilecek bir şey olmasına neden oldu.  Ahlakın, siyasetin ve öznelliğin anahtar kavramı olarak görülüyorlar. Hak talep etmek artık ahlakiliğin esas biçimidir. Sorumluluk, erdem ve ödev ise geri kalmışlık ve fanatizme indirgenmiştir. Benzer şekilde, hakların tanınması, siyasetin temel aracı ve hedefidir.


Grup talepleri ve ideolojik pozisyonlar, bölgesel çıkarlar ve küresel kampanyalar daima bireysel hak taleplerinde başvurulan hak dilini kullanır. Fakat haklar, devlet politikalarını ve kolektif öncelikleri alt eden, bireyin özgürlüğünü desteklediği iddia edilen bir “koz” haline geldiğinde, toplum, ortak çıkarlara kayıtsız bir atom yığını haline gelmeye başlar. Bu şekilde siyaset depolitize edilir. Hem özgürlük hem de güvenlik zarar görür.


Postmodern toplumlarda haklar, kimlik politikasının temel araçlarıdır. “X’i istiyorum” veya “X bana verilmeli”, “X’e hakkım var” ile eşanlamlı hale geldi. Bu dilsel enflasyon, hakların önemli insani menfaatlerle ilişkisini zayıflatır. Geçenlerde hükümette yer alan bir bakan, düzgün çalışan mutfak aletleri için bir insan hakkına sahip olduğumuzu söylüyordu.


Çocuklarımızın okulunu veya cep telefonumuzu seçme hakkı, işkenceden korunma veya masada yiyecek bir şeyler bulundurma hakkı kadar önemlidir. Ancak bunun, özgürleşme ve kendini geliştirmeye dair Aydınlanmacı gelenekle veya insan haklarında temsil edilen radikal muhalefet geleneğiyle hiçbir ilgisi yoktur. Her arzu yasal bir hakka dönüştürülebildiğinde, hiçbir şey hakkın haysiyetini korumaz.


Dahası var. Hak söylemi, karmaşık tarihsel, sosyal ve politik durumları açıklamanın kolay ve basit bir yolu, özellikle medya için kullanışlı olan bir tür “bilişsel haritalama” haline geldi. Bir işçi grevini ele alalım. Durum grev hakkı ile çalışma hakkı arasında bir çatışma olarak sunulduğunda (çoğu zaman olduğu gibi), bir dizi karmaşık ilişki, tarih, gelenek ve topluluk, içlerinden birinin mevcut durumda geçerli olmaması gerektiği, bir hakka karşı hak mücadelesine, yarışan hakların basit bir hesaplamasına indirgenir. Bu indirgeme, çatışmayı hem anlamayı hem de çözmeyi engeller. Hakların kapsamı genişledikçe, onların özünde var olan mutlakiyetçilik, tarafları uzlaşamaz hale getirir.


Son olarak, insan hakları, küresel ölçekli son evrensel ideoloji haline geldi. Haklar Kuzey ve Güney’i, küresel emperyalistleri ve küreselleşme karşıtı protestocuları, birinci dünya liberallerini ve üçüncü dünya devrimcilerini birleştiriyor. İnsan hakları, kimileri tarafından liberalizm, kapitalizm veya bireyciliğin, kimileri tarafından ise kalkınma, sosyal adalet veya barışın sembolü veya eşanlamlısı olarak kullanılmaktadır.


Güney’de haklar, bireysellikten ziyade kolektif, sivil olmaktan ziyade toplumsal ve ekonomik,  özgürlükten ziyade sosyal adaletle ilişkili bir şey olarak görülüyor. Hakların zaferi, evrenselliği ve her yerdeliği, onların çıkar çatışmalarını ve fikri karşıtlıkları aştığını mı gösteriyor? Haklar Cardiff ile Kabil’i, Londra ile Lahor’u birleştiren ortak bir ufuk haline mi geldi?


Bu, haber bültenlerinde her gün yalanlanan avutucu bir fikir. Dünyamızla ilgili kalıcı bir şey varsa, o da büyük kentlerle geri kalan arasında artan servet uçurumu; zenginlerle fakirler arasında gelir ve fırsatlar bakımından giderek büyüyen boşluk; müreffeh orta sınıfları “alt sınıf” göçmenlerden ayıran, sayıları sürekli artan ve oldukça sıkı denetlenen duvarlar; birinci dünyanın kalbinde “üçüncü dünya”nın artıkları olarak var olan mülteciler ve istenmeyenlerdir. Eğer bugün değişen bir şey varsa, o, dünyamızın giderek daha düşmanca ve tehlikeli bir yer haline gelmiş olması ve haklı ya da hayali korkuların yönetiminin, hükümetlerin temel ve ortak bir aracı haline gelmesinden başka bir şey değildir.


İnsan hakları, ahlakı hukuka sokar ve ahlaki iddialara sınırlı bir hukuki yürürlük kazandırır. Fakat birden çok ahlak bulunduğu ve hukuk basit bir akıl yürütme etkinliği olmadığı için ahlaki çatışma hukuksal olanın kapsamına girer ve yasal sınırlar, ahlaki sorumluluğu kontrol ederek disiplin altına alır. Jami, Barzo ve Aylan bize insan haklarının amacının ne olduğunu hatırlatıyor. Onların üzücü yalnızlıkları, yabancı Marslılar olarak görüldüklerinde insanlığa ve haklara sahip olmayan bir alt-insana dönüştüklerini doğruluyor.


Orijinal metin "Human Rights for Martians" başlığıyla 3 Mayıs 2016 tarihinde Critical Legal Thinking sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.

bottom of page