Hukuk ve Yaşam
Giorgio Agamben
Çev.: Yusuf Enes Karataş
Sağlığın, hukukta ve politikada tehlikede olan her şeyin merkez üssü haline geldiği mevcut durum, hukuk ve yaşam arasında mevcut bulunması gereken ilişkiler hakkında düşünmek için bir fırsattır. Seçkin bir Roma hukuku tarihçisi olan Yan Thomas, Roma hukukbiliminde, doğanın ve insanların doğal yaşamının hiçbir zaman bu şekilde hukuki söylemin malzemesi olmadığını, aksine ondan ayrıldığını, sadece hukuki bir duruma yönelik kurgusal bir öncül olarak işlev gördüğünü göstermiştir. “Her şey ortaktır” – yani havanın, denizin ve kıyıların özel mülkiyet alanının dışında tutulduğu – ilkesi bu nedenle yalnızca bir sınırlama olarak anlam ifade eder: “herkes için ortak” olan şey, dolaysız bir şekilde onu ilk ele geçirenin mülk sahibi olduğu res nullius haline gelebilir. Buna karşılık olarak vatandaşlık, domicilium’un (belirli bir yerde fiziksel ikamete bağlı olan) aksine, origo yoluyla elde edilen – sanıldığı gibi, doğal doğum gerçeği değil, daha çok kişinin babasının doğum yeri ile bağlantılı hukuki bir yapıdır – devredilemez ve kaçınılamaz bir hukuki statüdür.
On dokuzuncu yüzyıl hukukçuları, bu hukuki hileyi, Yan Thomas’ın yazdığı gibi, “bugünün önde gelen biyolojik ideolojisine yol açan bir kan gizeminin, bir zamanlar yalnızca kurgusal bir soykütük yapısının yerine geçen”[1] bir ius sanguinis’e dönüştürdüler. Yirminci yüzyılın ilk on yılından itibaren hukuk – ya onu korumak ya da ekarte etmek için – yaşamı kendi spesifik nesnesi haline getirerek kendisine dahil etme eğilimindeydi. Yaşamın hukuka dahil edilmesi, tahmin edilebileceği gibi, yalnızca pozitif sonuçlar doğurmaz: esasında, en ekstrem risklerin önünü açar. Foucault’nun çalışmalarının gösterdiği gibi, biyopolitika ölümcül bir şekilde thanatapolitik’e dönüşme eğilimindedir. Hukuk açıkça, vatandaşların biyolojik yaşamını ilgilenilmesi gerekilen bir mal olarak ele almaya başlayınca, bu ilgi doğrudan, 1920’de Almanya’da yayımlanan ünlü bir eserin başlığının da ortaya koyduğu gibi “yaşamaya değmez [lebensunwertes Leben]”[2] bir yaşam fikrine doğru karanlık bir dönüş yapar.
Bir değer her belirlendiğinde, kaçınılmaz olarak bir değersizlik kurulur: sağlığı korumanın diğer yüzü, hastalığa yol açabilecek her şeyi dışlamak ve ortadan kaldırmaktır. Bir devletin programlanabilir bir biçimde vatandaşlarının sağlığını korumayı üstlendiği ilk yasama vakasının Nazi öjeni projesi olduğu gerçeği üzerinde dikkatlice düşünmeliyiz. Temmuz 1933’te iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra Hitler, Alman halkının kalıtsal hastalıklardan korunması için bir yasa çıkardı. Bu yasa, 400.000 kişinin zorla kısırlaştırılmasına karar veren özel kalıtsal sağlık komitelerinin (Erbgesundheitsgerichte) kurulmasına yol açtı. Daha az bilinen bir gerçek ise, Nazizm’den çok önce, büyük ölçüde Carnegie Enstitüsü ve Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilen bir öjeni politikasının özellikle Kaliforniya’da olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri’nde planlandığı ve Hitler’in açıkça bu modele atıfta bulunduğudur. Sağlık, biyopolitikaya dönüşen bir devlet politikasının nesnesi haline gelirse, ilk olarak her bireyin özgür iradesini ilgilendiren bir husus olmaktan çıkar ve her ne pahasına olursa olsun yerine getirilmesi gereken bir yükümlülük haline gelir.
Tıpkı Yan Thomas’ın hukuk ve yaşamın birbirine karıştırılmamasına ilişkin uyarısı gibi, hukuk ve tıp da ayrı tutulmalıdır. Tıbbın, yüzyıllardır ilke edindiği ve doktorların bugün pek çok önemli noktada görmezden gelip çiğnediği görünen Hipokrat Yemini’nin gayrikabil-i rücu kabullerine göre hastalıkları tedavi etme görevi vardır. Eğer tıp bu ilkelere ve Hipokrat Yemini’ne uymak yerine pandemi hususunda İtalya’da ve başka yerlerde – zımnen veya açıkça – gördüğümüz gibi, hükümetlerle kaçınılmaz olarak müphem bir anlaşmaya girerek, kendisini yasa koyucu konumuna getirirse, bu sağlık açısından mutlaka olumlu sonuçlar getirmez ve tıbbi mantığa riayet edilmesi sonucunda bireylerin özgürlüklerinde kabul edilemez kısıtlamalara yol açabilir. Bu sınırlamaların arkasındaki tıbbi nedenlerin, sosyal yaşam üzerinde eşi benzeri görülmemiş bir denetim için ideal bir bahane sunabileceği herkes için açık olmalıdır.
“Argumentum e silentio."[3] Dile getirilmeyeni artık yüksek sesle dile getirin.
[1] Yan Thomas, “Citoyens et résidents dans les cités de l’Empire romain. Essai sur le droit d’origine”, in Identité et droit de l’autre, ed. Laurent Mayali (Berkeley: University of California at Berkeley, 1994), 54.
[2] Karl Binding and Alfred Hoche, Allowing the Destruction of Life Unworthy of Life: Its Measure and Form, trans. Cristina Modak (Suzeteo Enterprises, n.p., 2015).
[3] Paul Celan, “Argumentum e silentio”, in Memory Rose into Threshold Speech: The Collected Earlier Poetry: A Bilingual Edition, trans. Pierre Joris (New York: Farrar, Straus and Giroux, 2020), 154–7.