Gün Geçtikçe Daha Karanlık: Faşizm, Istisna Ve Ilkel Birikim Üzerine Notlar
Cosmin Sebastian Cercel
Çev.: Beyza Kaya
Kendimizi içinde bulduğumuz belirli tarihsel nokta, politikalarımızın durumu konusunda bariz endişelerden daha fazlasını ortaya çıkarmaktadır. Elbette, çoğu şey kapitalist anlayış içerisinde olduğundan, hiçbir zaman düzenli ve saf olmadı. Yaklaşan facianın korku verici işaretleri bir süredir, en azından 11 Eylül’den veya 2008 Wall Street borsasının çöküşünden beri ortadaydı. Bu blogun arşivi bu endişe verici eğilimleri kolayca doğrulayabilir. İstisna halinin[1] ve sermaye krizinin tarihsel gelişimini izlemek ve üzerinde düşünmek dikkatli gözlemciye kalmıştı. Bu ikisi arasındaki bağlantı hayati önem taşıyor. Tahrip edici borç ve mülksüzleştirme dalgaları, Soğuk Savaş sonrası ütopyanın Kuzey yarımkürede dayandığı maddi güvenlik ağlarını çözerek “gerçek” kirli işi yaparken, bir yandan istisna mekanizması, liberal yasallık rejimini sürdüren hukuk camiasının sembolik yapılarını çökertmişti.
Biz sürecin ya tersine döneceğine ya da yavaşlayacağına inanmaya bağlıyken ve durma vaatleri gibi gözüken şeylere çaresizce bel bağlamışken tüm bunlar gözlerimizin önünde oluyordu: Syriza, Newest Labour, Senatör Sanders. Günümüzde sağın yükselişi bir gerçek: Putin Rusya’sından Trump Amerika’sına, Erdoğan Türkiye’sinden Temer Brezilya’sına, Orbán Macaristan’ından Kaczyński Polonya’sına kadar çoğu yerde ya da Haziran sonrası Britanya’da; hukuki ve idari tedbirlerde, ırkçı ve yabancı düşmanı tutumlarda, aşırı değilse bile milliyetçi duruşlarda – hala çeşitli derecelerde – inkar edilemez bir artış var. Bunun olacağını tahmin etmeliydik ama her zaman kendimizi kandırmaya yönelik ve her derde deva mekanizmalar halihazırda mevcuttu: Rusya'nın despotizmle flört etme konusunda uzun bir geçmişi olmasına rağmen, "yeni" Avrupa basitçe, totaliter geçmişten yeni ortaya çıkan işlevsiz demokrasilerden oluşan "yeni" bir Avrupa idi. Ve Erdoğan birçok amaç için kullanışlıydı. Sorun ancak; kendince uzman, birleşmiş demokrasiler, özlerinde iç içe geçmiş ve tartışmalı bir şekilde, yıllarca etkin olmayan bu beyan edilemez Öteki ile olan suç ortaklıklarını ortaya çıkardıklarında başladı. Bununla birlikte, şimdiki durumu karmaşıklaştıran ve siyasi pusulayı vahşi kovalamacalara doğru çeviren yeni bir savunma, illüzyon ve olumsuzluk çizgisi ortaya çıktı. Bize söylendiğine göre, bu bir açılım zamanıydı ve sağın yükselişi de özgürlükçü güçlerin ele geçirmesi için bir fırsattı ve dolayısıyla daha az kötü olanın şantajı reddedilmekteydi. Brexit’in sol kanattaki özgüvenli savunucularından Slavoj Žižek’e, solun her ne kadar daha az bilinçli olsa da en ilerici bölümlerinin fikir birliği, en iyisini umup dua ederek şantajı reddetmek içindi. ‘On s’engage et puis … on voit’[2]. Lenin’i ve onun hamasi müzakeresini tekrar etmek; siyasi eylemin özgün, istisnai doğasını iyileştirmek ve olayın[3] yıkıcı gücü üzerinde ısrar etmek bu yılın yazı ve sonbaharında ivmecilikçilerin olayıydı. Blogosferde hala okunabileceği gibi, kapitalizmin çelişkilerinin derinleşmesine tanıklık ediyoruz. Ve yine Žižek, Mao’dan alıntı yapıyor: “Gökkubbenin altında muazzam bir kaos var, koşullar mükemmel.” Vesaire vesaire...
Bunu daha önce 1920’lerin ortasında açığa çıkan büyük ölçüde sönük sosyal faşizm dogması ve komünist fırkacılığının bilinen tüm sonuçlarıyla birlikte bir adım daha ileriye itilmesiyle görmüş olabilirdik. Ancak, bu sefer bize solun Facebook ve Twitter’daki ağız dalaşlarıyla pek ilgilenmeyen saygıdeğer tarihçiler tarafından tarihsel paralellikler konusunda dikkatli olunması gerektiği söylendi. 1920’ler ve 1930’lar, eğitimli ve yetenekli taksonomistler tarafından dikkatle incelenmek üzere geçmişin korkular müzesinde güvenle saklanabilecek, tarihsel olarak tamamlanmış tecrübelerdir. Geçmişi geçmiş olarak görmeye ve her şeyi şahsi tanımsal alanlarında güvenli ve açık bir şekilde tutmaya hevesli olan tarihsel “Mısırcılık”[4] silsilesi bizi ayrıca faşizmin cimrice kullanılması gereken bir terim olduğu konusunda da uyarır. Öylesine cimrice ki, yalnızca zıtlaşma olmaksızın İtalya’da Mussolini egemenliğinin belirli bir dönemi için gösterge olarak kullanılabilir. Tabii ki bu iki konunun alakalı olması gerekmez. Diyalektiklerin ortaya çıkışındaki solcu coşku ve tarihçinin geleceği yorumlamak için geçmişi kullanma yasağı, farklı gramerlere ve mantıklara cevap verir. Bir yanda demokrasi olarak adlandırmaktan yorulduğumuz ve şüphe duyduğumuz tekerrür mekanizmasının çerçevesi dahilindeki değişim ihtimalinin kanıtı varken diğer yanda da söylem üretiminin “ağır, istisnai maddiliği”ni uzakta tutma ihtiyacı var[5]. Her ikisinde de bir doğruluk payı var, kapitalizmin çelişkilerinin gerçekten de muazzam bir şekilde derinleşmesine tanıklık ediyoruz ve evet, faşizm kavramının aslından uzak kullanımıyla ilgili ciddi tarihyazımsal endişeler var[6]. Ancak bu durumlar, hem geçmişimizin hem de günümüzün tarihsel anlamıyla özgün bir ilişki kurmak için önemli bir caydırıcı görevi görüyor.
“Ezilenlerin geleneği”[7] bize, savaşlararası deneyim tarafından başlatılmış tarihsellik rejimleri ve durumumuzun “şimdi”si arasında yalnızca tesadüfi ve geçici bir benzerlikten daha fazlası olduğunu öğretir. Olayları gerçek bir tarihsel materyalist bakış açısına yerleştirerek geçmişin günümüzün inşaasına katkıda bulunduğu yolların mecburen hesaba katılması, içinde bulunduğumuz anın altını çizen daha derin anlam üzerinde kullanışlı bir rehberlik sağlayabilir. En azından bazı ideolojik tuzakları yok edip bizi boş umutlardan kurtarabilir. Bu anlamda savaşlararası faşist deneyimin gözlerinden günümüze bakmak önümüzdeki tehlikeleri ve tuzakları aydınlatabilir. Şimdi, tarihsel faşizmin ortaya çıkarabildiği şey, rejenerasyon ve ulusal yeniden doğuş hareketi olma yönündeki ileri vaatlerine rağmen radikal bir şekilde yeni bir dünyevilik rejimi getirme, çürüyen şimdiki zamana aykırı olarak yeni ve saf değerleri çerçeveleme (bir çağrışım yapıyor mu?) girişiminde bulunmanın tepkisel bir ideolojik duruş tarafından lanetlenmiş olmasıdır. Basitçe açıklamak gerekirse, 1920 ve 1930’ların faşizmi, yaklaşan devrimi sınırlama, ona karşı koyma ve örgütlü işçi sınıfını uzakta tutma gibi kendine özgü tarihsel gidişatıyla damga vurmuştu. Bu konum, Commintern’in 1933’teki faşizm tanımına[8] yakın bir aşırı basitleştirme olarak görünse de, çoğu faşistin anılarında ve hareketlerine şekil veren dönemi anımsatan propaganda materyallerinde ortaya çıkan ve işçi sınıfına yönelik baskıcı eylemlerin tüm yelpazesini kapsayan önemli bir gerçeği içerir. İtalyan Faşizmi, Naziler, Macar Oklu Haç ve Romen Demir Muhafızlar için durum böyledir.
Bu duyarlı unsur, operasyonlarının zamanı yerine yasal çerçevelerde düşünülürse daha da belirgin hale gelir: kuşatma durumu, sıkıyönetim -kısaca söylemek gerekirse- istisna hal(ler)i. Hukukun yasal yollarla askıya alınmasının yol açtığı tüm bu anayasal ve göstergebilimsel karışıklıklar, faşistlerin eylemlerini hukuku korumak ve statükoyu savunmak olarak anlamalarını sağladı. Bu tarihsel faşizmin ana belirsizliğiydi: devrimin dilini ve pratiğini anlamlı bir şekilde ele almanın imkansızlığı. Bu durumun tarihsel nedenleri kesinlikle önemli olmakla birlikte, bu müdahalenin kapsamını tamamen aşmaktadır. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrası durumuyla ve nihayetinde Orta Avrupa’daki devrimci dalgaları engellemeyi başaran üç imparatorluğun çöküşünden ortaya çıkmış türlü türlü değişikliklerle alakalıdır.
Burda beni durduran şey, mevcut dinamikleri kavrayabilmek için oldukça önemli bulduğum bir bakış açısı; yani tarihsel faşizme, statükoya karşı radikal bir başkaldırıyı savunduğu ölçüde devrimin yalnızca kullanımı değil aynı zamanda anlamı hakkında da daha güçlü iddiaları bulunan -bölünmüş bile olsa- hem büyük hem de önemli Solcu bir hareketin kafa tutmuş olması gerçeğidir. Ve elbette, Marksist bir duruştan feragat etmesine rağmen hala devrimin ülkesi olarak saygı gören Sovyetler Birliği vardı. Tıpkı 1920’lerin ve 1930’ların yerel sosyalist ve komünist hareketleri arasında sayısız farklar olduğu gibi, Avrupa faşizmleri arasında da elbette sayısız fark vardır. Dahası, faşist hareketler kendi yörüngelerinde doğrusal olan herhangi bir şeydir. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, sosyalist ve komünist galeyana karşı yasayı ve düzeni koruyan oldukça kaba, kanuni olmayan gruplar olmaktan, hızla belirli programları ve kendi başlarına egemen güç iddiaları olan partiler ve hareketler haline geldiler. Yine de, özlerinde, 1848’den bu yana toplumsal devrime verilen olağan tepki olan kılıç ile mahkeme salonu arasındaki evliliğin ürününden başka bir şey olamadıkları için bu orijinal eksiklikle lekelenmiş kaldılar. Savaşlararası faşizmi, parlamenter demokrasinin ilk günlerinden beri kullanılan egemen sınıfların geleneksel cephaneliğinin somutlaşmış haliydi. Otonom haline gelen mekanizmaydı.
Ancak, bu anlayışlar kimseye rahatlık vermez ve bunun için amaçlanmamışlardır. Değinmek istediğim nokta tam olarak şu an solun toplamayı başardığı muhalefetle yakından uzaktan alakalı hiçbir şeye sahip olmamamızdır. Çağdaş faşizm, bu şekilde adlandırılacak olursa, en başından beri özerktir. Bu, yaklaşan herhangi bir devrime tepki değil hatta tam tersine sömürü açısından ileriye bir adımdır. Bu, birikimin yeni sınırları üzerinde bir mutabakatı empoze etmeyi ve zorlamayı amaçladığı ölçüde bir açılımdır. Bu biraz açık olmalıdır. Ve solun kendisini örgütlemedeki başarısızlıklarına dair korkunç bir tanıklık taşır. Avrupa’da ya da Birleşik Devletler’deki alternatif sağa karşı savaşmayı amaçlayan düşmanın, günümüzün geçersiz Marksist geleneğinin yarı akademik hayaleti olan sözde “kültürel Marksizm” olduğunu basitçe hatırlayalım. Başlatılan saldırı toplumsal devrimin taklitçisi olarak kendini gizlemeye çalışmıyor bile ama liberalizmin ötesine nasıl geçileceğini ve her türlü düzenlemeyle esir tutulan sermaye güçlerini nasıl salıvereceğini kararlaştırmaya çalışıyor. İlginçtir ki, siyasi ve ekonomik elitin üyelerinin, mevcut statükoya karşı çıkan dışlanmış kişiler gibi poz vermesi istisnasızdır. Günümüz faşizmi, neredeyse hiçbir anlamlı muhalefet olmadan ve düzenin çöküşünü selamlayan en ilerici güçlerin, davulların ve alkışların içinde, siyasi-hukuki gündemi başlatmaya hazırlanıyor. Başlattığı kültürel savaşların ötesinde, açıkça beyan edilmiş hedefleri, ilgili korumacılığı, daha sık göç kontrolleri, polislik ve hızlı adaletiyle Ulus-devlet anlayışına bir geri dönüştür. Eski egemen gücün tam dönüşü. Bu hareketin aşikar devrimci boyutu konusunda yanılgıya düşülmemelidir: küreselleşme ve sömürüden akıl almaz bir kopuş ve romantik endüstriyel geçmişe bir dönüş falan değildir. Bugünün faşist hareketleri distopik bir geleceği yakalıyor gibi göründüklerinden bir bakıma ileriye dönük olsa da, aslında ilkel birikimin yeni şafağını duyuruyorlar. Kısaca söylemek gerekirse, neoliberal devletin ideolojik üstyapısı -özellikle insan hakları hukuku hükümlerinin tüm karmaşık düzenlemeleriyle ve sınırlı ama yine de mevcut olan iş kanunu düzenlemeleriyle yasal görünümünde- daha doğrudan yollarla çıkarılabilecek artı değer için fazla sandık görevi görüyor. Bunu ortadan kaldırmanın ve yeni kamulaştırmalar yapabilecek tüm “ekstra-ekonomik güçleri”[9] toplamanın zamanı geldi. Yasal durumu tanımlayan kuralları değiştirerek kaçak işçi kitleleri yaratmak, bütün nüfusların ‘hukuki özneler için kaçınılmaz bir topluluk’ , ‘sonsuza kadar istikrarsız ve geri alınabilir bir hayatta kalmanın sürekli terörize edilmiş görevlileri’[10] haline gelmesi boyutunda istisnaları genişletmek, bu gündemin temel özelliklerinden bazılarıdır.
Bu notlar en azından bir şeye dikkat çekmeyi amaçlıyor: Durum hem umutsuz, hem de ciddi. Bir teorik endişe meselesi olarak, günümüzün ‘kriz’ analizinden uzaklaşmamız ve yüzleşmekte olduğumuz şeyin üretim ilişkilerinin büyük bir değişikliğini riske atması ihtimaline karşı tüm önlemleri almamız gerektiğine inanıyorum. Faşist ideolojinin, istisna mekanizmalarının ve ilkel birikimin işleyiş biçimlerini düşünmek, hem eleştirel hukukçular hem de teorisyenler için ciddi bir endişe haline gelmelidir. Eleştirel alanın dışındaki daha bilinçli hukukçuların, hem profesyonel hem de entelektüel hukuk tarihinin, tıpkı faşizm sonrası mutabakatı feshetmekle uğraşan tarihçilerin masum hariç her şey olması gibi, farkında olmadan parçası olduğu bu gelişmeye çarpıcı bir bakışla yaklaşmaları bile söz konusu olabilir. Bu, politik olarak, Solun yakın zamanda İşgal zamanından beri hiçbir faydası olmayan şeyler için kullanılan “özgün muhalefete yer açmak” söyleminden daha iyi bir şey ileri sürmesi; akılda kalıcı sloganlardan, işleri ciddiye almaya ve en azından durumun ciddiyetini anlamaya sağlayacak bir hareket oluşturmaya yönelmesi gerektiği anlamına geliyor.
Orijinal metin "Darker with the Day: Notes on Fascism, Exception & Primitive Accumulation" başlığıyla 18 Kasım 2016 tarihinde Critical Legal Thinking sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden ulaşmanız mümkündür.
[1] Giorgio Agamben, State of Exception, Çev.: K. Attell, Chicago: University of Chicago Press, 2005.
[2] V.I. Lenin, ‘Our Revolution’, Lenin’s Collected Works içinde, 2. İngilizce Baskı, C. 33, Moskova: Progress Publishers, 1965 [1923], 480.
[3] Badiou için bir olay tam olarak "her şeyin matematikselleştirilebilir olmamasını sağlayan" şeydir: Alain Badiou, Court traité d’ontologie transitoire, Paris: Le Seuil, 1998, 57.
[4] Friedrich Nietzsche, Twilight of the Idols, Çev.: Richard Polt, Indianapolis: Hackett Publishing, 18.
[5] Michel Foucault, L’ordre du discours Paris : Gallimard, 1971, 10.
[6] Geçtiğimiz kırk yıldır bu alanın önemli bir bölümünü işgal eden faşizm tarihyazımı içindeki bu canlı tartışmanın bir özeti için bkz. Roger Griffin, ‘“Consensus? Quel consensus?”: Perspectives pour une meilleure Entente entre les spécialistes francophones et anglophones du fascisme’, Vingtième siècle 108 (2010): 53-69.
[7] Walter Benjamin, ‘Theses on the Concept of History’, llluminations içinde, Çev.: Harry Zohn, ed. Hannah Arendt, New York: Shocken Books, 1969 [1940], 256 (T VIII).
[8] “Faşizm, finans kapitalin en gerici, en şovenist ve en emperyalist unsurlarının açık, terörist diktatörlüğüdür.”: Plenum of the Executive Committee of the Comintern: On Fascism, The War Danger and the Tasks of the Communist Parties’ in Jane Degras (ed.), The Communist International: Documents, Vol. 3, London: Routledge, 1971 [1933], 296.
[9] “İktisadi ilişkilerin sessiz zorlaması, kapitalistin işçi üzerindeki egemenliğie damga vurur. Doğrudan ekstra-ekonomik güç, tabii ki hala kullanılmaktadır ancak sadece istisnai durumlarda. Sıradan işlerde işçi, “üretimin doğal yasalarına” bırakılabilir.”: Karl Marx, Capital, Volume 1, Çev.: Ben Fowkes (Harmondsworth: Penguin Books, 1976 [1867]), 899 [vurgu bana ait].
[10] Anton Schütz, ‘Thinking the Law With and Against Luhmann, Legendre, Agamben’, (2000) 11 Law and Critique 107, 123.