top of page

Foucault, Anti-Hümanizm & Insan Hakları

Ben Golder

Çev.: Yusuf Enes Karataş & Furkan Yılmaz


Fransız filozof Michel Foucault’nun son dönem çalışmalarıyla ilgili güncel yaklaşımlara yanıt olarak, onun hümanizmin ‘ahlaki üstünlüğüne’ boyun eğmediğini ve çoğu zaman iddia edildiği gibi liberal hümanist bir özne ortaya koymadığını öne süreceğim. Daha doğrusu, Foucault’nun öznellikle ilgili geç dönem araştırmaları, onun özne hususundaki erken dönem düşüncelerinden radikal bir sapmaya değil, bir devamlılığa işaret eder. Böyle bir okuma Foucault’nun insan haklarını sonradan sözüm ona ‘kucaklama’sını ya da insan haklarına dönüş yapmasını değerlendirmemize yardımcı olur. Söz konusu ‘kucaklama’ burada tamamlanmamış bir insanlık adına yürütülen insan haklarıyla eleştirel anti-hümanist bir birliktelik olarak yeniden yorumlanmıştır. Böylece, bu yazı sadece ana akım insan hakları izahlarının anti-kurucu ve post-yapısalcı zorlukları özümseme eğiliminde olmasıyla değil, aynı zamanda, 25 yıl sonra, insan hakları çağında, Foucault’nun politik mirasının ve geleceğinin niteliğiyle de ilgilenmektedir.


İlginç fakat uzun zamandır varlığını sürdüren bir okumaya göre, Foucault en sonunda, ‘geç dönem’ çalışmalarında öznenin kaçınılmaz cazibesine yenik düşmüştür. Foucault, antik Yunan ve imparatorluk dönemi Roma etiği üzerine çalışmalarında ve çağdaş politik müdahalelerinde, özneye yönelik arkeolojik ve soykütüksel eleştirisini terk etti – ya da daha incelikli bir yorum yapmak gerekirse giderek bu eleştiriden uzaklaştı. Bu okumaya göre, Foucault’nun tükenmiş soykütüksel projesinin küllerinden, anka kuşuna benzer şekilde, doğan şey liberal hümanist özneden başka bir şey değildi – yakın zamanda bir anlatıcının anlattığı gibi, ‘güç ile bilginin ötesinde’ söylem öncesi, tamamıyla özerk ve kısıtlanmamış özne. Kritik biçimde, Foucault’nun iktidar ve öznelliğe ilişkin görüşlerinin (ve onunla bütünüyle örtüşen bir şeyin) bu varsayımsal revizyonunun politik etkilerinden biri, bize söylendiğine göre, onun ‘insan hakları ilkelerini kucaklaması’ (Dosse, s. 336), hatta bu ilkeleri ‘şok edici … bir şekilde savunmasıdır’ (Paras, s. 12). Muzaffer insan hakları öznesine giriş; biraz kafa karıştırıcı bir şekilde iktidarın/bilginin soykütüğünden çıkış.


Yukarıda bahsi geçen okuma elbette merak uyandırıcıdır ancak üzerinde durmadığı bir şeyden dolayı hiçbir şekilde mantıklı değildir – bu okuma Foucault’nun kendi hikâyesini görmezden gelir; ya da daha doğrusu, retorik olarak onu çok farklı bir anlatı şeklinde düzenler: Foucault’nun coşkusu, evcilleştirilmesi ve liberal cemaate dönüşü anlatısı. Foucault’nun şaşırtıcı bir şekilde ‘ölüm döşeğinde’ liberalizme ‘dönüşünü’ (Schmidt & Wartenburg, s. 287) daha önceki sert hümanizm eleştirileriyle ve insanın, ‘deniz kıyısında kuma çizilmiş bir yüz gibi’ (Foucault, s. 387), gerçekleşmesi yakın ve muhakkak silinişle nasıl uzlaştırabiliriz? Bunun bir yolu elbette yukarıda Foucault’nun neo-hümanizminin merak uyandıran teleolojisi olarak tanımladığım yoldur, yani sanki Foucault bu erken dönem radikal görüşler üzerinde kafa yoruyor ve bu görüşleri bitkin bir şekilde ‘hümanizmin ahlaki üstünlüğü karşısında Şam teslimiyetine’ varmadan önce yükünü azaltmak için atacakmış gibi bir anlatı (O’Leary, s. 117). Bu hikâyeye karşı, bu kısa yazıda önerdiğim şey, basitçe bir karşı anlatı ileri sürmektir. Burada taslağını çizdiğim yeniden okumada, Foucault’nun geç dönem çalışmaları, önceki görüşlerinin tersine çevrilmesi değil, daha ziyade bu görüşlerin gelişmesinden ve inceliğe kavuşturulmasından ibarettir. Buna karşılık bu yorumun Foucault’nun insan hakları söylemiyle son zamanlarındaki birlikteliğini başka türlü – ortodoks liberal hümanist varsayımlarının niteliksiz bir kabulü olarak değil, tam olarak başka bir insan hakları adına bu varsayımların bir eleştirisi olarak – okumamıza yardımcı olduğunu öne sürüyorum. Okumama göre, Foucault’nun insan hakları söylemine geç dönem müdahalelerinde bize sunduğu şey, hümanist duygularla insan hakları hususunda yaptığı hatayı anlamaktan çok bitmemiş bir insanlık adına insan hakları içinde ve insan haklarına karşı eleştirel bir bağlılık etiğidir. Mevcut kısıtlamalar, buradaki argümanı yalnızca kısmen aktarabileceğim anlamına gelir ancak bunu çıldırtıcı derecede kısa iki adımda yapmaya çalışacağım: Foucault’daki öznelliğin neo-hümanist okumasının bir özeti ve eleştirisi ile Foucault’nun (tutarlı, hükümsüz kılınmayan) heterodoks bir insan hakları düşüncesine yönelik anti-hümanizmi.


Neo-hümanist okuma


Merakla tartıştığım bu meraklı okuma kesinlikle yeni bir okuma değil. En güncel eklemlenme Eric Paras’ın Foucault 2.0: İktidar ve Bilginin Ötesinde kitabında görülebilir ve bu kitabı yazıdaki okumaya bir örnek olarak ele alacağım. Foucault’nun çalışmalarıyla uzun, entelektüel tarihsel bir bağlılığı yoğunlaştıran Paras, Foucault’nun biyopolitikanın doğuşu üzerine olan (yakın zamanda çevrilen)  Collège de France dersleri etrafında Foucault’nun, özneyi ön plana çıkarmak için ‘liberalizm üzerine bir tefekkürle’ yola çıktığını ve esasında ‘liberalizmin aynı zamanda iktidar mekanizması dışındaki bireyleri yeniden keşfetmek için bir sapak gibi göründüğünü’ öne sürer (Fontana, aktaran Paras, s. 104). O zamandan beri bireyin, Subjectivity and Truth and The Hermeneutic of the Subject [Öznellik ve Hakikat] (ve elbette History of Sexuality [Cinselliğin Tarihi] projesinin 2. ve 3. ciltlerinde yayımlanan) konferans derslerinde geliştirilen kendi başına eylemeye yönelik etik kapasitesine odaklanarak, Foucault, Paras’ın ‘“söylem öncesi özne” olarak adlandırdığı şeyi öne sürmeye başladı… onu inşa ettiği söylenebilecek her türlü pratikten önce gelen ve gerçekten de bu pratikler arasında özgürce seçim yapabilen sübjektif bir çekirdek (Paras, s. 14). Kendisini titizlikle özneleştirme pratiklerinin düzeyine hapsederken, Paras, Foucault’nun bu noktadan itibaren, Discipline and Punish [Hapishanenin Doğuşu]’teki iyi bilinen görüşlerine ve History of Sexuality [Cinselliğin Tarihi]’nin birince cildine zıt bir noktadan, aslında ‘kendi başına eyleyebilecek hâlihazırda mevcut bir özneyi zımnen varsaydığını’ öne sürer  (Paras, s. 52).


Bu okumaya karşı kendi cevabıma yoğunlaşarak, ki bu her bakımdan yeni olmayan bir cevap, 1970’lerin soykütükleriyle onu izleyen etik çalışma arasındaki uçurumdan ziyade, Foucault’nun düşüncesindeki bir süreklilik üzerinde ısrar etmeyi tercih ederim. Böyle bir vurgu değişikliği elbette Foucault’nun kendi değişimini kavramsallaştırmasıdır (örneğin, Foucault, s. 225). Paras, Dews ve Foucault’nun geç dönem çalışmalarının öteki eleştirmenleri, geç dönem çalışmalarda kısmen ‘öznenin dönüşü’ gibi görünen şeyi yanlış kavrıyorlar çünkü erken dönem çalışmalarının, Foucault’nun bilahare açıklamasına rağmen, her şeyi kontrol eden ve özgürlüğe yer bırakmayan bir tahakküm sistemi’ (Foucault, s. 293) önerdiği şeklinde yanlış bir okuma yapmışlardı. Aksine, (örneğin) Discipline and Punish [Hapishanenin Doğuşu] okumasının açıklığa kavuşturduğu gibi, meseleler başından beri bundan çok daha incelikliydi (Foucault, ss. 202–203 ve bkz. Foucault, 1978, s. 143). Aynı şekilde, son dönem çalışmaları kendi kendini yeniden ifade etmeye yönelik ilkel, önceden mevcut kapasiteye sahip tümüyle özerk bir özneyi önceden varsaymaz. Judith Butler’ın ortaya koyduğu gibi, ‘benlik … kendisini oluşturmaya [devam eder] ancak kendini özneleştirme tarzları olarak karakterize edilen bir dizi biçimlendirici pratikte oluşturur’ (Butler, s. 320). Bu okumaya göre, kişinin kendisi üzerinde iktidarın etik şekilde uygulanması ve başkaları üzerinde (disipliner, biyopolitik) iktidar uygulanması, Foucaultcu ‘üniter’ öznellik anlayışının farklı yönleri olarak ortaya çıkar. Geç dönem Foucaultcu özne, bunun sonucu olarak, sabit bir metafizik töz değil, tamamen kendi başına mevcut bir özne değil, iktidar-bilgi ilişkilerinin çelişkili bir etkisi, her zaman elde edilen, her zaman çözülen özne-etkisi, komutları çeşitli şekillerde tekrarlanan, itaat edilen, el konulan ve ihlal edilen söylemler ve kurumların endişe verici mirasının yeniden ifade edilmesi kapasitesi olarak kalır. Kısacası, geç dönem Foucaultcu özne, büyük ölçüde bir iktidar/bilgi ürünü olarak kalır.


Hümanizme karşı Foucaultcu insan hakları


Özneyi politikanın sahnesi ve sonucu olarak anlamak, Foucault’nun ‘yeni bir hak’ için yaptığı şifreli çağrıdan sonraki yıllarda (sığınma, hapishane reformu, cinsel etik üzerine olan) haklar söylemini yeniden yorumlamamıza yardımcı olur (Foucault, s. 40) aynı şeyin bitkin yeniden icatları olarak değil, (… karşı jestleri …) farklı bir şeyin temsilleri olarak. Foucault, liberal hümanizm tarafından ithal edilen insanın metafiziksel kapanımına ve liberal hümanizmin halihazırda, kaçınılmaz olarak verili olanın korunması olarak haklar projesine direnmeye devam eder. Eğer ona göre, hümanizm ‘insanlığın olağandışı bir eksilmesini’ temsil ediyorsa (Bernauer, s. 88), o zaman Foucault, onun yerine tamamen olumsal bir insanı, her zaman (hukuki) yeniden tescile açık olan ‘birini’ önerir: İnsanlar kendilerini inşa etmekten asla vazgeçmediler … öznelliklerini sürekli olarak yerinden etmek, kendilerini asla sonu olmayacak ve bizi asla ‘insan’ olacak bir şeyin varlığına getirmeyecek sonsuz, çok sayıda farklı öznellikler dizisi içinde inşa etmek için.  (Foucault, s. 274) Bu eleştirel ontoloji, ‘henüz var olmayan bir şeyi, ne olduğunu bilemeden üretme ihtiyacını’ doğrular (Foucault, s. 275). Bilişsellik ve ölçü olmadan ilerleyen Foucault’nun anti-hümanizmi; çoğulculuk, farklılık ve insanın var olan sınırlarının sürekli sorgulanmasında ısrar eden insan hakları yönelimiyle tamamen tutarlıdır. Yukarıdaki alıntı ve çok sayıda ikincil kaynağın kanıtladığı gibi, Foucault’nun kendisi, insan olmanın ne anlama geldiği hususunda kapalı bir kutu olarak kaldığından feminist (ve esasında post-kolonyal) eleştiriden bağımsız değildir. Yine de bu sorgulama uygundur:


Bu farklı pratikler üzerinden – psikolojik, tıbbi, dini, eğitsel – belirli bir insanlık ideali veya modeli geliştirildi ve artık bu insan fikri normatif, apaçık bir haldedir ve evrensel olduğu farz ediliyor … Bu insan hakları veya özgürlük olarak adlandırdığımız şeylerden kurtulmamız gerektiği anlamına gelmez ancak özgürlüğün veya insan haklarının belirli hudutlarda sınırlandırılmasını gerektiğini söyleyemeyeceğimiz anlamına gelir … Geleceğimizde, hümanizmde hayal edebileceğimizden daha fazla sır, daha fazla olası özgürlük ve daha fazla keşif olduğunu düşünüyorum. (aktaran Martin, s. 15)


İnsan hakları ile olan Foucaultcu anti-hümanist birliktelik bakımından hayati önem taşıyan, ki burada sadece kısmen aktarabildim, insanın kesin bir şekilde kapsüllenmesi, yani esrarengiz biçimde çoğu ortodoks insan hakları metninde ritüel, gerçekliği sorgulanabilir bir varsayım formunda görünen metafiziksel olarak sınırlanması: ‘İnsan hakları, insan oluğumuz için sahip olduğumuz haklardır’ – insan haklarının uygun temelini değil, nihai sınırını temsil eder. İddia ettiğim gibi Foucault’nun geç dönem çalışmalarında görülmeye devam eden ve onun insan haklarıyla olan birlikteliğini bildiren soykütüğü yani insanlığın temellerinin yıkılması, esasında bütünüyle insan olasılığının doğrulanması ile tutarlıdır. Böyle bir politika hem temelsizdir hem de belirsizdir ve kaçınılmaz olarak tamamlanmamıştır – kısacası, ‘insanın ölümü’ (bir başka) insan haklarına imkân veren koşulu temsil eder.


Orijinal metin, “Foucault, Anti-Humanism & Human Rights’’ başlığıyla 17 Ocak 2011 tarihinde Critical Legal Thinking sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.

bottom of page