top of page

Evet, Uluslararası Hukuk Gerçekten Hukuktur

Jason Beckett

Çev.: Abdurrahim Yıldız


Uluslararası Hukuk (UH) işlevi itibarıyla neo-kolonyaldir. Bundan kastım, onun azgelişmiş ülkeleri yağmalama ve disipline etme şeklindeki sömürü işlevini devam ettirmesidir. Yine de UH, şeklen de olsa anti-kolonyaldir, görünüşte küresel katılıma ve eşitliğe adanmıştır. Bu garip ikilem, Susan Marks’ın “yanlış ihtimal” kavramı kullanılarak analiz edilebilir.[1]


Yanlış ihtimal ve planlı sefalet


İhtimal, bir şeyin gerçekleşeceğine ya da gerçekleşmeyeceğine ilişkin olasılıktır. O şey gerçekleşene ya da imkânsızlaşana kadar ihtimal olarak kalır. “Yanlış ihtimal” ise, gerçekleşmesi çoktan sistemsel faktörler tarafından engellenmiş görünürde olasılıktır. Uluslararası Hukuk etiği adına ileri sürülen çoğu iddia, “yanlış ihtimal”dir. Bunlar, aslında bir bakıma muhtemel olan ancak şu anda hayata geçirilemeyecek ilerici değişimler talep ediyorlar. Mesela insanların yiyeceğe, suya, barınağa, sağlık hizmetine erişimi olması gibi. Bunların “temel haklar” olarak ilan edilmesi de birçok kişinin bu haklardan mahrum olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu aynı zamanda insanların neden yiyeceğe, suya, barınmaya ve sağlık sistemine erişiminin engellendiği sorusundan kaçınıyor.


Burada, iç içe geçmiş iki sorun mevcuttur. Birincisi, Uluslararası Hukuk, Uluslararası İnsan Hakları Hukuku (UAİHH) da dahil olmak üzere, tamamen belirsiz bir alandır. Temel refah hakları bazı versiyonlarda bulunurken bazılarında bulunmuyor. İkincisi, Uluslararası Hukuk ve Uluslararası İnsan Hakları Hukuku, cebri icra edilebilen şeyler değil, en azından bize öyle söyleniyor. Öncelikli normatif taleplerimiz yerine gelmediğinde, bunu sınırlandırılmış bir olasılık meselesi olarak değil de, bir riayetsizlik ya da icra edilemezlik problemi olarak yorumluyoruz. Bu taleplerimiz asla yerine gelmeyecekti. Onlar sadece yasal zorunluluklar olarak sunulan öznel arzularımız olarak kalacaklardı. Onlar sadece “yanlış ihtimaller”di, bunlar doğrultusunda hiçbir zaman yargılama yapılmadı, hüküm verilmedi. Zaten etkileri de yoktu…


“Yanlış ihtimal”, gerçek hayatta etkisi olan (uygulanan yasalarla) böyle olmayanlar arasındaki farkı gün yüzüne çıkarıyor. Bu da bizim, Uluslararası Hukuk yoluyla ifade edilen en etik taleplerin kaderini anlamamızı ve açıklamamızı sağlıyor: Bu talepler gerçekleştirilmiyor. Daha da derinlere inersek, aslında bu niçin bazı kuralların uygulanıp hayata geçirildiğini ama diğerlerinin dışlandığına ilişkin bir açıklama sunuyor. Uluslararası Hukuk, Uluslararası Hukukun hangi yönlerinin hayata geçirilip hangi yönlerinin hayata geçirilmeyeceğini tayin eden daha büyük bir sistem bağlamında gerçekleşir. Bu, Susan Marks’ın “planlı sefalet” olarak adlandırıldığı ve güncel (ve olasılık) olarak bir sistem oluşturan bazı “arka plan koşullarına” bağlıdır: Belirli sosyo-ekonomik düzenlerin mantığına ait olan sefalet.[2] Bu mantık, Uluslararası Hukukun neo-kolonyal tarafını oluşturur.


Kolonyalizm, Neo-kolonyalizm ve Uluslararası Hukuk


Evet, c ile başlayan kelimeyi[3] kullandım ama Uluslararası Hukuk sömürgeci bir projedir. Her zaman da öyleydi. Ntina Tzouvala’nın da belirttiği üzere, Uluslararası Hukuk, çelişkili ve tartışmaya açık “medeniyet” modeli tarafından meşrulaştırılmış bir küresel sömürü düzenidir.[4] Uluslararası Hukuk, İspanyollar ile Amerikan yerlilerinin kolonyal münasebetleri ile doğmuştur. Bu düzen, Amerikan yerlilerinin zapturapt altına alınması ve kaynaklara el koyabilmesi amacıyla yaratılmıştır. Bu da Tanrı ve hukuk adına yapılıyor denerek gerekçelendirilmiştir. Doğumundan itibaren 400 yıl boyunca Uluslararası Hukuk, resmi sömürge dönemini düzenlemiş ve meşrulaştırmıştır. Uluslararası Hukuk batı imparatorluklarının dünyayı sömürmesini mümkün kılmıştır. Milyonlarca insanın ölümüne ve halkların sefilleşmesine nezaret etmiştir. Avrupa’nın küresel ölçekte öne çıkmasını ve yağma ile elde edilmiş servetini korumasını gözetmiştir. Bu kadarı su götürmez bir gerçektir.


Ancak, aynı zamanda UH, sömürgeciliğin kaldırılmasının da yolunu açmış, bu yüzden de, geçmişinden sıyrıldığı, sömürge suçlarından arındığı kabul ediliyor. Bu hikâyede[5] biz, devletlerin eşit ve bağımsız olduğu, sadece kendi rızaları ile verdikleri sözler ile bağlı oldukları (ve teamüle dayalı uluslararası hukuk kuralları ve ius cogens[6] ve hukukun genel ilkeleriyle [ne gariptir ki artık medeni devletleri alakadar etmeyen]) sömürgecilik sonrası bir dünyada yaşıyoruz. Sömürgeciliğin korkularından arınmış bir dünyada. Son araştırmalar durumun aslında çok da öyle olmadığını söylüyor; UH sömürgeci faaliyetlerini devam ettiriyor.


Şuna şüphe yok ki, klasik sömürgecilik dediğimiz şey çoktan sona ermiş durumdadır. Devletler artık dış devletlerin topraklarında hak iddia etmiyorlar. Oysa sömürgecilik sadece toprakla alakalı değil, kaynaklar ve emek ile alakalıydı. O, Şiddet, boyun eğdirme ve hukuk yoluyla gerçekleştirilen siyasal kontrol mekanizmasıdır. Neo-kolonyalizm de aynı siyasal kontrolün uzaktan ve harici olarak yapılması ile gerçekleşiyor. Eski kolonilerden çok azı gerçek bağımsızlığa erişti ancak neo-kolonyal düzene geçiş 1980’lerin borç krizi ile tamamlandı.


İki Normatif Düzenin Hikâyesi


Her iki hikâyenin de, kendi açılarından, “doğru” olduğunu ileri sürüyorum. Uluslararası Hukuk, hem neo-kolonyal hem de post-kolonyaldir. Aslında iki ayrı UH sistemi vardır: Gerçekleştirilen ve sahnelenen. Bunların her ikisi de çevremizdedir. UH’nin söylemi engindir ve çoğunlukla sömürgeciliğin sona erdiğini, dünyanın kendi karar alma mekanizmalarına sahip bağımsız devletlerden oluştuğunu varsayması açısından da “post-kolonyal”dir. Sonuç olarak, genellikle performatif, gerçeklikten soyutlanmış ve “Küresel Anayasacılık” ve “İnsanlığın Hukuku”nun “iyileştirilmesine” odaklanmıştır. Bu söylem, hukuki metinlerin, kararların, argümanların parçalanmış söylemi; gerçekliğin kısıtlamalarını göz ardı ederken ideal dünyayı çizendir.[7]


Gerçekleştirilen UH’nin yavan gerçekliği, seyahatlerimizi, iletişimimizi ve eğlencemizi; giydiğimiz elbiseleri, tükettiğimiz yiyecekleri ve kullandığımız teknolojileri düzenlemektedir. Bu diplomatik tanımanın, pasaportların ve vize kontrollerinin, uluslararası posta servisinin ve internetin, uydu iletişiminin, nakliyenin ve deniz ticaret yollarının Uluslararası Hukukudur. O ayrıca ticaretin serbestleştirilmesinin, kaynakların dünya üzerinde hangi yollardan hareket ettirileceğinin de Uluslararası Hukukudur: Bazı yerlerde umutsuzca eksikken, diğer yerlerde yoğunlaşmıştır… O insanların hareketinin kısıtlanmasını sağlarken, sermayenin bağımsız hareketini sağlayandır. Bu sefaletin, borç esaretinin ve zoraki geri kalmışlığın, kökünden adaletsiz dünyada varlığın ve yokluğun yönünü tayin ve muhafaza edenin Uluslararası Hukukudur; İşte bu “Planlı Sefalettir”.[8]


Bu temel, Etik Uluslararası Hukukun muhteşem “hatalarının” arkasında sessizce işletilir. Etik gözeten hukukçular onu şiddetle başarısızlıkla suçlarken, o Uluslararası Hukuku tüm bu bahsedilen alanlarda hayata geçirerek, doğrudan maddesel gerçekliği etkiler. Bu, Uluslararası Hukukun, sadece çözümlerin savunucusu olduğu değil; aynı zamanda çözülen problemlerin sebebi olduğu bir katman olarak açığa çıkar. Bu da “yanlış ihtimal”in merceği ile görünür hale gelir.


Yanlış İhtimal, Uluslararası Hukukun ikici normatif düzenini anlamamızı sağlar. Bunların Biri gerçekleştirilen, diğeriyse sahnelenendir. Uluslararası Ekonomi Hukuku ise bu bölünmeyi bir araya getirir. Uluslararası Ekonomi Hukuku söylem olarak belirsizdir ama pratik olarak belirsiz değildir. Söylem olarak sahnelenen Uluslararası Hukukun bir parçası olarak kalır. Neoliberal fanatiklerin ve sosyal adalet savaşçılarının üzerinde savaştıkları söylemsel bir savaş alanıdır. Her şeyin aynı anda hem legal hem de illegal olduğu bir “temsili dava” alanıdır.


Ancak, Uluslararası Ekonomi Hukuku, uygulamada kurumsallaşmış bir hukuk sistemidir. Bu sistem de Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (IFIs); Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Uluslararası Yatırım Tahkimi (IIA)’nden oluşur. Bu dört örgüt zorlayıcı otoriteye sahiptir; kendi kararlarını infaz ettirebilirler. Bunlar gerçek ve ayırt edilebilir etkileri olan kurallar koyarlar. Her birinin de bu kuralları icra ve infaz edebilecek buyurucu sistem yetkilileri vardır. Ayrıca bu dört kurum da, önceden Washington Konsensüsü olarak bilinen neoliberalizmin bir versiyonuna sıkıca tutunmuş durumdadırlar. Ellerindeki bu mutlak güç, ideolojik homojenlik ve “yasal-rasyonel” operasyonlarıyla, arketip bir Hartçı sistem oluşturur. Her zaman Uluslararası Hukukta bulmayı umduğum ancak bulmak istediğim gibi olmayan bir hukuk sistemi. Ben buna Küresel Hukuk Düzeni (KHD) diyorum.


Küresel Hukuk Düzeni, bugünkü haline 1980’lerin borç krizinden itibaren evrilen, Uluslararası Hukukun sömürgeci işlevinin en somut örneğidir. Temerrütten ve iflastan kaçınmaya çalışan gelişmekte olan ülkeler, borçlarını IMF ve Dünya Bankası yoluyla yapılandırmak zorunda kaldılar. Yeni krediler; geri ödeme dışında, bağımlılık (Conditionality[9]) denen başkaca yükümlülükleri de beraberinde getirdi. Gelişmekte olan ülkelerin bunları kabul etmekten başka çaresi yoktu. Bunlar, ülkelerin kredi talebini reddederek iflaslarına yol açma yaptırımını içeren emirlerdi.


Bu emirler, Yapısal Uyum Politikaları (Structural Adjustment Policies, SAPs) olarak bilinen ve neoliberal çizgi uyarınca makroekonomik politikaları dikte eden emirlerdi. Gelişmekte olan ülkeler, kendi ekonomi politikaları üzerindeki kontrollerini devretmeye zorlanmış; böyle yaparak da kendi politik alanlarını kısıtlamışlardı. Ekonomi politikaları; yabancı yatırımcıyı çekmek, hammadde ihraç etmek ve borçları azaltmak üzerine yöneltilmişti. Bu da devlet yardımlarını kesme, asgari ücreti düşürme, çalışma koşullarını kötüleştirme, sosyal yardım hükümlerini ortadan kaldıran ekonomik kemer sıkma anlamına geliyordu. Bu değişimler popüler değildi ancak yerel yetkilileri, uygulama tavsiyeleri ile eğiterek yerleştirildiler.


Bu yeni ekonomik politikalar gelişim sağlamak bir yana, devletleri aralıksız borç batağına sürükleyerek daha da yoksullaştırıp borçlandırdı. Bu da başkaca borç “anlaşma”larını ve diğer bağımlılıkları kolaylaştırdı. “Yapısal olarak uyumlu”laştırıldıkça, eskinin gelişmekte olan ülkeleri, gittikçe yabancı yatırım çekme ve küresel ekonomiye katılım açısından umutsuz hale geldiler. Neoliberal ekonomik politikanın sömürüsünü daha da derinleştiren Dünya Ticaret Örgütüne katılmaktan başka çareleri kalmadı.


Dünya Ticaret Örgütü’nün tüzüğü, dolayısıyla üyeleri, Dünya Bankası ile işbirliği yapmayı, “Küresel ekonomik politika üretimine daha mükemmel uyumu başarmak adına” taahhüt eder. “Sekreterliği, neredeyse her zaman olabilecek en geniş vasıtalarla liberalleşmeyi içeren güçlü bir söylemi iletir”.[10] Dünya Ticaret Örgütü, az gelişmiş ülkeleri kendi ekonomik, sosyal ve politik zararlarına olacak şekilde hizada tutmayı sağlayan yaptırımların uygulanmasını mümkün kılan anlaşmazlık çözüm sürecine de sahiptir.


Uluslararası Yatırım Tahkiminin kurumları, çağdaş küresel yönetim üçlüsünü tamamlamaktadır. Burada, “bir grup güçlü çok uluslu şirketler, büyük hukuk firmaları ve seçkin bir hakem grubu” gelişmekte olan ülkelerin zararına olacak şekilde esnek olmayan bir yatırım koruması yaratmak amacıyla tahkim kurallarıyla gelişen kuralları uygulamaktadırlar.[11] Bu usuller, yabancı yatırımcılara, sözleşmelerde böyle bir madde olmasa bile, tek taraflı olarak tahkime başvuru hakkı tanımak amacıyla kullanılmaktadırlar. Bu gelişmemiş ülkelerin etkisizleştirilmesi “izni”, Dünya Ticaret Örgütünün “En ayrıcalıklı ulus” statüsü kavramının bireysel ikili yatırım anlaşmalarına aktarılmasıyla alınmaktadır. Bu da “tahkim hükümlerini New York Anlaşması ile uygulatabilen yabancı yatırımcılar ve çok uluslu şirketler için etkili bir uyum mekanizması yaratmaktadır”.[12]


Bu kurumlar birlikte hareket ederek “Küresel Hukuk Düzeni”ni oluşturmaktadırlar. Hepsi de emirlerini anlamlı (yıkıcı) ekonomik yaptırımlarla icra ettirmeye muktedirdirler. Uyumlu ve homojen bir ideolojiyi tutarlı bir şekilde uygulamaktadırlar. İtaati emrediyorlar. Küresel Yasal Düzen, gelişmemiş dünyayı yöneten, sosyal ve ekonomik politikaları dikte eden ve zımni olarak siyasi politikayı belirleyen bir hukuk sistemidir.


Bu liberalleşme gelişim getirmiyor. Gelişen dünya denen şeyi, sistematik olarak gelişimi dışlayacak şekilde yönetiyor. “Planlanmış sefalet”in baskıcı idaresini yönetiyor. Empoze edilen sosyal ve ekonomik politikalar genellikle sevilmez ve protestoları ve muhalefeti beraberinde getirir. Ancak hükümet onları (muktedirleri) geri çeviremez – eğer geri çevirirse çok ağır yaptırımlara maruz kalır – onlar da bunun yerine protestoları bastırırlar. Baskıcı yönetim, “en iyi, diktatörlüklerde gelişebilen”, neoliberal değişimin bir özelliğidir.[13]


Küresel Hukuk Düzeni, “zorla yapılandırılmış bir hukuk düzeni aracılığıyla faydaların dağıtımını” düzenleyen küresel bir sömürü ve yoksullaştırma altyapısına başkanlık ediyor.[14] Az gelişmiş ülkeler ekonomik bağımsızlıktan yoksunlar ve borçları politik alanlarını kısıtlamak için kullanılıyor. Bu yönetim şeklinin net değeri, her yıl gelişmemiş ülkelerden gelişmiş ülkelere aktarılan 3 milyar dolar civarındadır.[15] Bunun üzerine bir de “eşitsiz takas” sebebiyle kaybolan 2,66 milyar dolar kayıp ekleniyor.[16] Küresel Yasal Düzen, gelişmemiş dünyadan yıllık 5,66 milyar dolar tutarında (nakit, kaynak ve emek olarak) haraç almaktadır. Bu, iş üstündeki neo-kolonyalizmdir. Bu, aynı zamanda baskıyı organize eden Uluslararası Hukuktur.


Uluslararası İnsan Hakları söyleminde bu patoloji genel olarak yerelleştirilmiş ve yapısal olarak – sanki diktatörlükler birden bire ortaya çıkmakta ve baskıcı bir şekilde yönetmeyi tercih ediyormuş gibi – lanse edilmektedir. Yasallık tablomuz oluşturulup servis edilirken, hep devlet dillendirilmekte ve kınanmakta ancak faal küresel sistem hususi olarak resmin dışında bırakılmaktadır. İnsan hakları ihlallerinin öylece gerçekleştiği varsayılır, bunlar kendi yapısal yeniden üretimlerini görünmez kılacak şekilde raporlanmakta ve kınanmaktadır.


Orijinal metin "Yes, International Law is Really Law" başlığıyla 12 Temmuz 2021 tarihinde Critical Legal Thinking sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.


[1] Marks S. “False Contingency” 62 Current Legal Problems (2009) 11; “Human Rights and Root Causes” 74 The Modern Law Review (2011) 57.

[2] Id.

[3] Asıl metindeki C-word kelimesi, C ile başlayan ve kullanımı ayıp sayılan kelimeler için kullanılır. Burada da colonial kelimesine atıf yapılıyor.

[4] Tzouvala N Capitalism as Civilisation.

[5] Yazar burada “(hi)story” kelimesini parantez ile kullanarak tarih ve hikâye anlamına gelen kelimeleri aynı anda kullanarak kelime oyunu yapıyor.

[6] “Zorlayıcı yasa” anlamına gelen bu Latince terim, herkesin bağlı olduğu ve uluslararası kabul görmüş bir takım farazi yasalar anlamına gelir.

[7] Bunun neredeyse karikatürize edilmiş bir örneği için bkz. HRC General Comment 36 (2018).

[8] Linarelli J. Salomon M. Sornarajah M. The Misery of International Law (Hereafter Misery).

[9] IMF’nin resmî sitesindeki tanıma göre Conditionality: “Bir ülke IMF’den borç aldığında; hükümet, kendisini finansal yardım almaya iten problemlerin üstesinden gelmek için ekonomik politikalarını uyumlulaştırmayı kabul eder.”

[10] Toohey L., “Accession as Dialogue: Epistemic Communities and the World Trade Organization” 27 Leiden Journal of International Law (2014) 415.

[11] Misery 148.

[12] Misery 160-1.

[13]Misery 173.

[14]Misery 32.

[15]Hickel J. The Divide 25-6.

[16]Ibid 28.

bottom of page