top of page

Devrime Karşı Anayasacılık

Rafael Khachaturian

Çev.: İbrahim Yüksel


Kurucu iktidar ile politik kuruluşlar arasındaki ilişki, modern siyaset biliminin ilgilendiği en karmaşık ilişkilerden biridir. Kısaca açıklamak gerekirse bu ilişki, herhangi bir politik veya hukuki düzeni hangi temellerde meşru değerlendirebileceğimizin sorgulamasıdır. Durumdaki çelişkiyi en geniş şekliyle tanımlarsak, halihazırda var olan bir anayasal düzen kendi başlangıcını haklı gösteremez, çünkü kendisinin başlattığı yasallık düzlemi ancak hukuk dışı bir kurulma anından sonra mümkün olabilir.


Kuruluş anıyla ilgili bu soru Machiavelli, Hobbes, Locke ve Rousseau’nun yazılarında yer alsa bile, ”demokrasi çağında” özellikle yankı buldu. Fransız Devrimi’nden bu yana, kurucu iktidarın “halk” kavramına dayandığını, yine bu halkın kurulu hukuki düzenin temeli ve garantörü olarak hareket ettiğini savunmak mümkün olmuştur. Buna rağmen, mevcut anayasanın hem halkı yarattığı hem de halk tarafından yaratıldığı şeklindeki teorik paradoks varlığını sürdürmektedir. Bir kez daha aynı zor soruyla karşılaşıyoruz: Eğer halk anayasanın yaratıcısıysa, bu politik kuruluş eyleminden önce nasıl var olabilir? Tersine, eğer anayasa halkı “yaratıyorsa” anayasa nereden kaynaklanmaktadır ve onu meşru kılan şey nedir?


Yakın zamanda, David Brooks bu meseleye anayasalcılığın kurucu iktidardan yoksun bir halini fetişize edecek şekilde değindi. Üniversite kampüslerindeki “ifade özgürlüğü” krizi hakkındaki abartılmış tartışmalara odaklanırken Brooks, günümüz öğrencilerinin izleyebileceği iki yol haritası belirliyor:


“İlk yol devrimler olacaktır, baskıcı iktidarları devirmek için yığınların tutkularını serbest bırakan tüm devrimler: Fransız, Rus, Çin ve diğer hepsi – ve hepsinin bellerine kadar kana bulandıkları yol. İkinci yol ise anayasacılık olacaktır. Hukukçuların çok üstüne gideriz, ancak hukuk kendi içerisinde çok güzeldir, kabileciliğin ya da kaba kuvvetin üzerinde bir seviyeye çıkabileceğimizin canlı bir kanıtıdır – medeniyetlerin görkemli yapılarının, uğruna atalarımızın can verdiği büyük bir hediye olduğunun kanıtı.[1]


Üniversite protestolarını çağ değiştiren devrimlerle karşılaştırmanın absürtlüğünü bir kenara bırakırsak, Brooks, anayasacılık ile devrimi birbirinden farklı ve bağlantısız olaylar olarak karşılaştırıyor, dolayısıyla kurucu iktidar meselesini tamamıyla göz ardı ediyor. Devrimin şiddeti ve karışıklığı ile sadece anayasal düzenin varlığıyla mümkün kılınabilen prosedürel politika arasına kalın bir çizgi çekiliyor. Fiiliyatta, Brooks Amerikan kuruluş sürecinin hukuk dışılığını, hukuka uygun, medeni yönetim ile kaçınılmaz olarak kendisini tüketen devrimci bir terör arasına hayali bir fark oluşturarak gizliyor.


Bu alışılmadık bir görüş değil. Brooks, Hannah Arendt’in Devrim Üzerine adlı eserinde geliştirdiği bir yorumu model alıyor.[2] Arendt eserinde, Fransız ve Rus devrimlerindeki şiddet ve kitle politikalarını, 1776-88 arasındaki Amerikan devrimci kuruluş sürecinin görece eksiklikleri ile karşılaştırır. Arendt, Fransız ve Rusların “toplumsal mesele” – toplumsal acılar ve eşitlik – ile ilgilendiklerini, Amerikalıların isteklerinin ise daha mütevazı olduğunu belirtir. Amerikalılar (özgür, mülk sahibi, beyaz erkekler) hukuki ve politik eşitlik istiyorlardı, ancak açlığın azaltılması veya angaryanın kaldırılması gibi sözde politik olmayan isteklerle ilgili değillerdi. Bu önemli farklılıklar, oldukça kritik olan egemenlik meselesinde de teorik olarak kendini gösteriyor. Fransız ve Ruslar, halkı egemenliğin kaynağı olarak öne sürerken, Amerikalılar daha çok kurumlarının dayanıklılığına ve gelecek kuşaklara bahşedecekleri yeni dünya düzeninin sürekliliği ile ilgiliydi.


Bu yorumun tuhaf yönlerini bir kenara bırakan Arendt, devrim ile anayasacılığın zıtlık bir kenara, yakından ilişkili olduğunu gözlemler. Brooks’un bize düşündürdüğünün aksine, Amerikalılar hem devrimlerinin altında yatan toplumsal koşullar yönünden hem de kurucular tarafından görünüşte gösterilen itidal ve ölçülülük açısından bir istisna değildi. Bu durum, devrim zamanında halkın egemenliği ile ilgili tartışmalara verilen önemden başka hiçbir yerde daha açık şekilde görünmez.


1760’ların sonlarına kadar geriye gittiğimizde, Amerikan hukukçuların devrimin meşruiyetini açıklarken parlamentonun değil, halkın iktidarına başvurduğunu görürüz.[3] Bernard Bailyn’in Devrim dönemindeki politik ideolojiyle ilgili klasikleşmiş çalışmasında da belirttiği gibi, halihazırda var olan siyasi temsilin sürdürülemezliği – eyaletlerde yerel temsil, yanında sözde parlamentoda temsil ve egemenlik kaynağı olarak İngiltere – kolonicilerin silahlandıkları zamanki hak iddialarına daha fazla meşruiyet kazandırdı.[4] Pensilvanyalı radikal Thomas Young 1777 yılında Vermont haklının “en yüksek kurucu iktidar, onların temsilcilerinin de en yüksek temsili iktidar olduğunu, temsili iktidarın kurucu güçten fazla uzaklaştığı anda tiranlığın belli ölçülerde kurulduğunu” belirtiyordu.[5] Yukarıda görüldüğü gibi, halkın egemenliği retoriği devrimin gerçekleştiği zamanlarda da sıkça dillendiriliyordu.


Egemenlik ve devrimci anayasacılık sorunu kendisini 1787 yılındaki Anayasal konvansiyon sırasında ve sonrasında kendini daha güçlü şekilde yeniden gösterdi. Başlangıçta Konfederasyon Maddelerini yeniden düzenlemek için toplanan Federalistler, James Madison’ın ”resmi olmayan ve izinsiz teklifler” olarak tanımladığı öneriler olarak adlandırdığı şeye, birliğin kendisini oluşturan eyaletlerin değil, bir bütün olarak halkın, politik iktidarının temeli olduğu ilkesinden yola çıkıyordu.[6] Federalistler arasında kurucu iktidarı fikrinin belki de en güçlü temsilcisi James Wilson, konuşmasında şu iddialarda bulunuyordu:


“Bizim yönetimlerimizde, en güçlü, mutlak ve kontrol edilemez güç halkta bulunur. Anayasanın kalan mevzuata karşı üstünlüğü gibi halk da anayasamızdan üstündür. Kaldı ki ikinci durumdaki üstünlük çok daha fazladır çünkü halkın anayasa üzerindeki üstünlüğü hak olarak bulunduğu gibi eylemlerde de mevcuttur. Durum şudur ki halk, anayasaları istediği zaman ve istediği şekilde değiştirebilir. Bu öyle bir haktır ki, hiçbir pozitif kurum bu hakkı halktan alamaz.”[7]


Elbette, Federalistlerin dehası efektif bir şekilde halk egemenliği retoriğini kullanıp yeni anayasanın temeli haline getirirken, aynı zamanda değişiklik için kurumsal sınırlamalar ve oldukça yüksek bir eşik belirleme yoluyla kurucu iktidarın tekrar ortaya çıkmasının ve kullanılmasının zorlaştırılmasında yatıyordu. Bu yaklaşım “hayali toplum politikaları” olarak adlandırılacak olan bir durum ortaya çıkardı -diğer şekilde açıkça demokratik olmayan bir anayasal düzenin “halk” kavramını teoride bahsedilen düzenin kurucusu yerine geçirmesi durumu-[8]


Binaenaleyh, halk egemenliği retoriğinin varlığı ve kanun koyucuların bu retoriğe olan ilgisi önemlidir, çünkü geçmişe yönelik bir şekilde yeni bir politik düzeni meşru kılmak Amerikan Devrimi için de tıpkı Fransız, Rus ve Çin devrimlerinde olduğu kadar önemli bir meseleydi. Daha basitçe, kurucu iktidar sorunu ve yeni bir politik düzeni iddia etme ve kurma yeteneği, sürekli olarak anayasacılığa başvurmamızın temelinde yatmaktadır. Brooks’un örneğinde, devrimler ile anayasalar arasında çizilen ayrım, ikincisinin depolitizasyonu sonucunu doğuruyor ve bu da anayasacılığı geçmişte bir yerlerde oluşan ve sadece geleneklerle ve atalara duyulan hayranlıkla ilgili bir meseleye indirgiyor. Buna rağmen biz, anayasaların bilge kanun koyucular tarafından bahşedilmediğini veya sadece geçmişten gelen bir miras olmadığını biliyoruz. Anayasalar halk tarafından yapılırlar ve yaratıldıkları toplumdaki toplumsal güçleri, mücadeleleri ve güç dağılımını yansıtırlar ve aynı zamanda belgelerler. Bu durum anayasaları sorgulamalara ve yeniden yorumlamalara açık, temelde politik olan belgeler haline getirir, bu durum ayrıca devrimlerin ve politik iktidar meselesinin herhangi bir anayasal düzenle ilgili tartışmanın dışında bırakılamayacağı anlamına gelir.


Orijinal metin, “Constitutionalism Against Revolution” başlığıyla 15 Mart 2018 tarihinde Legal Form sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür


[1] David Brooks, “Understanding Student Mobbists”, New York Times (8 March 2018), A27, https://www.nytimes.com/2018/03/08/opinion/student-mobs.html.

[2] Hannah Arendt, On Revolution (New York: Viking Press, 1963).

[3] Edmund S. Morgan, Inventing the People: The Rise of Popular Sovereignty in England and America (New York: W.W. Norton, 1988).

[4] Bernard Bailyn, The Ideological Origins of the American Revolution (Cambridge: Belknap Press, 1992 [1967]).

[5] Akt. Willi Paul Adams, The First American Constitutions: Republican Ideology and the Making of the State Constitutions in the Revolutionary Era, trans. Rita ve Robert Kimber (Lanham: Rowman and Littlefield, 2001 [1980]), 63.

[6] James Madison, “The Federalist Papers: No. 40”, http://avalon.law.yale.edu/18th_century/fed40.asp sitesinde mevcuttur.

[7] James Wilson, “Speech to the Pennsylvania Convention, November 24, 1787” (üzerinde durulan nokta),  http://teachingamericanhistory.org/library/document/speech-to-the-pennsylvania-convention/ sitesinden bakabilirsiniz.

[8]  Joshua Miller, “The Ghostly Body Politic: The Federalist Papers and Popular Sovereignty”, 16 (1988) Political Theory 99.

bottom of page