top of page

Ceza Hukuku Kurtarır Mı? Bir Nefret Suçu Olarak 'Taciz Islığı'

Yvette Russell

Çeviren: Gülşah Kılıç


13 Temmuz 2016 günü Nottinghamshire polisi, Birleşik Krallık’ta kadın düşmanlığını nefret suçu olarak tanıyan ilk güç oldu. Nefret suçu ‘mağdur veya başka bir kişinin, kişisel bir özelliğe dayalı olarak düşmanlık veya önyargı ile güdülendiği herhangi bir cezai suç’ olarak tanımlanmaktadır. Pratik bir örnek vermek gerekirse; Nottinghamshire’da polis; taciz ıslığını, sözel saldırıyı, izinsiz fotoğraf çekmeyi ve ‘flag’ seçeneği olan, istenmeyen içerikte mesajlar göndermeyi nefret suçu olarak kaydedebiliyor. İlgili Birleşik Krallık mevzuatına[1] göre cinsiyet düşmanlığı, nefret suçunun ağırlaştırıcı bir nedeni olmadığından ve yeni cezai suçlar oluşturmadığından bu hareketin büyük ölçüde temsili olduğu görülmektedir. Hareket, polis kuvveti tarafından da desteklenmekte ve Nottingham Kadın Merkezi’nin de dahil olması ile erkeklerin kadınlara karşı toplum içerisindeki tacizlerini daha iyi anlayabilmek için memurları özelleştirilmiş bir eğitimden geçirmektedir.


Hareketin geçen haftaki bildirisi, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine karşı koymaya yönelik her politika duyurusunda öngörülebilecek düzeyde bir kızgınlıkla ve ‘politik doğruculuk çıldırdı’ nidalarıyla karşılandı. Hareket büyük ölçüde bürokratik olsa dahi, zamanımızda bunun suç olarak addedilmesi hayalini tekrar gözden geçirme ve ilgili bir soruyu ele alma fırsatı sunuyor: Cinsiyet eşit(siz)liğini düzenlemede ceza hukukunun rolü nedir ve ne olmalıdır?


Kriminalizasyonun ürkütücü pelerininin, içinde tasarlandığı ve uygulandığı sosyo-politik ve tarihsel bağlamlardan ayrı bir şekilde değerlendirilmesi liberal tartışmalarının karakteristiğidir. Özellikle eleştirel ırk teorisyenlerinin çalışmalarından çok şey öğrenen, baskıcı sosyal yapıları ‘düzeltmek’ için ceza adaleti önlemlerinin kullanımına ilişkin kuir feminist bilimde uzun bir şüphecilik geleneği vardır. Bunun nedeni şudur; topluluklarımıza ve müttefik olduğumuz diğer kişilere karşı kullanılan bu önlemlerin geçmişi çoğu durumda bize şüpheci davranmamız için sebep vermektedir.


Daha da korkutucu bir biçimde küresel savaş ve terörün bilinçaltımıza ve topluluklarımıza işlemesi ile polislik genel olarak da durmadan evrimleşmektedir. Bu evrimleşme ise çoğunlukla bir miktar gözetim ve halkla istişareyi kapsamaktadır. Birleşik Krallık’ta hükümetin anti-terör Önleme stratejisi; akademisyenleri ve öğretmenleri zorunlu olarak ‘şüpheli topluluklar’ı gözetleme ve raporlama hizmetinde görevlendirir. 5 Temmuz 2016’da Rights Watch UK, diğer sonuçların yanı sıra, politikanın uygulanmasının şu hakların ihlaline yol açtığını tespit eden kapsamlı bir önleme analizi yayınladı: Eğitim hakkı, ifade özgürlüğü, din özgürlüğü, özel hayatın gizliliği hakkı, ayrımcılığa uğramama hakkı ve çocuklarla ilgili olarak atılan adımların çocuğun yüksek yararını birincil düşünce olarak ele alması gerektiğine dair temel ilke. Fransa’da 13 Kasım 2015 terör saldırılarının ardından ilan edilen OHAL; Nice şehrinde yaşanan dehşetin ardından 14 Temmuz 2016’da 3 ay daha uzatıldı. OHAL, kanuni prosedür gibi genellikle yürürlükte olan anayasal korumaların kısıtlamaları olmaksızın polisin kapsamlı yetkiler kullanmasına izin verir. 7 Temmuz 2016’da ABD’de Dallas’taki 5 polis memurunun katledilmesi, uçan bombanın kontrollü kullanımının saldırganı öldürmesiyle sonuçlandı. Tüm bu değişiklikler, özellikle devletin ırkçılığın öznesi hale gelmiş bedenlere karşı uyguladığı şiddetin her yerde bulunduğu bir dönemde, (çoğunlukla) genç siyah erkeklerin uğradığı seri polis cinayetlerinin sosyal medya aracılığıyla görünürlüğünün artmasıyla beyaz medyanın her zamankinden daha fazla dikkatini çekmiştir. Siyahilerin #BlackLivesMatter gibi hareketlerdeki aktivizmi sayesinde, ceza adalet sisteminin; bazılarına hizmet ederken diğerlerine ceza verme olarak uygulama alanı bulmasının görmezden gelinmesi egemen seçkinler için zorlaşmıştır.


Demokratik gözetimin büyük ölçüde olmadığı bir ortamda yurtiçi politikanın giderek daha fazla askerileştirilmesi, devlet şiddetinin sorumluluğu, sorumluluğun üzerine düştüğü kişileri ilgilendiriyor.


Bu noktaların altını çiziyorum çünkü kuir feminist bir bakış açısı; herhangi bir eylemin devlet tarafından kadınları korumak veya güçlendirmek adına suç olarak addedilmesinin başka şeyleri tehlikeye atıp atmadığını düşünmemizi gerektirir. Aynı devlet mekanizması çoğu zaman denetimsiz ve son derece ayrımcı şiddetten sorumluyken; devletin kolluk kuvvetlerinin, kadınların sokakta taciz edilmesiyle ilgilenmesini kutlamak kendi içinde tutarlı mıdır?


Sokakta erkekler tarafından taciz edilme deneyimi her daim toplum içinde kadın olma deneyiminin bir parçasıdır. Özgürlüğümüze, eşitliğimize ve onurumuza yönelik ciddi ve zayıflatıcı bir tehdittir. Kamusal alanları nasıl kullandığımızı ve hareketlerimizi etkilediği gibi bedenlerimiz üzerinde nasıl tasarrufta bulunacağımızı da etkiler. Fakat hikaye burada bitmiyor. İngiltere’de 2016 yılında şu ana kadar her üç günde bir, 1 kadın 1 erkek tarafından öldürüldü. Bu erkeklerin büyük çoğunluğu öldürdükleri kadınlar tarafından tanınıyordu. Kadın grupları, 2011’den bu yana, devlet fonlarında görülen yüzde seksene varan kesintiler ile aile içi şiddet hizmetlerinin yok edilmesine karşı direnmek için umutsuzca savaştı. 2008’den bu yana kadınlar; sosyal güvenliği, kamu sektörü tedarikini ve adli yardımı azaltan kemer sıkma politikaların neden olduğu en ağır yükü taşıyor. Kadınlar; yoksulluğun, güvenliksizliğin ve şiddetin etkilerini orantısız bir şekilde çekmeye devam ederken, çoğu zaman devlet tarafından icra edilen (veya ihmal edilen) eylemlerin doğrudan bir sonucu olarak, polisin bize yönelik sokak tacizini ciddiye almasının toplumsal cinsiyet eşitliği için bir ‘kazanç’ olarak önemini abartmamaya dikkat etmeliyiz.


Peki kadınların sokakta, kadın düşmanlığı gayesiyle harekete geçirilmiş erkekler tarafından taciz edilmesi konusunda ne yapmalıyız? Kuir feminist bir analiz; liberal ceza adalet sisteminin sınırları hakkında kapsamlı ve dürüst bir tartışmaya ihtiyacımız olduğu ve hukuku, onun uygulanmasını tarihsel ve sosyopolitik öneminden ayıran basit analizlere direnmemiz gerektiği konusunda ısrar edecektir. Hapishane mekanizması hakkında çok az deneyimi olan veya hiç olmayan çoğumuzun doğal yaşamı, anlamlandıramadığımız güçlerin elinde geri dönülemez bir değişikliğe tabi olduğu bir zamanla karşı karşıyadır. Kadınların bedenleri, imparatorluk nostaljisinin yeni bir ön milliyetçiliğin ideolojik çıkış noktası haline geldiği sembolik mücadelenin öncüsüdür. Geçen haftaki dehşet karşısında Delacroix’nın ikonik Liberty Leading the People tablosu aklıma geldi; tabloda bir elinde Fransız bayrağı, diğerinde tüfek taşıyan çıplak göğüslü bir Özgürlük 1830’daki Paris ayaklanmasına öncülük eder. Özgürlük, tabloda aynı anda hem korkusuz savaşçı hem de ulusun bedeni koruyucusu olarak temsil edilir. Benzer şekilde, ataerkil devlet varlığını; o varlığın saflığını tehdit eden ırksallaştırılmış ötekileri, kadın bedenleri üzerindeki egemenliğini ortaya koyarak gizlice baskılaması ve geri püskürtmesi ile hissettirir.


Hukuktaki kuir feminist proje, devletin ve onun çeşitli kollarının kesişimsel ve tarihsel olarak konumlanmış bir analizini talep eder; bizi ceza hukukunun sınırlarının ne olabileceğini ve devletle nasıl ilişki kurmak istediğimizi düşünmeye zorlar. Kadınların sokakta taciz edilmesi ciddi bir sorundur ancak bunu destekleyen ve mümkün kılan yapılara herhangi bir anlamlı devlet müdahalesi yerine yalnızca hapishane feminizmine odaklanacak olursak, bu sorun yakın zamanda ortadan kalkmayacaktır.


Orijinal metin "Criminal Law to the Rescue? ‘Wolf-Whistling’ as Hate Crime" başlığıyla 20 Temmuz 2016 tarihinde Critical Legal Thinking sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.


[1] Bkz. Crime and Disorder Act 2998 ss. 28-32 ve Criminal Justice Act 2003 ss. 145-146.

bottom of page