Avrupa Yeşil Mutabakatı: Dönüştürücü Bir Serap Mı?
Çev: Büşra Uyar
Avrupa Yeşil Mutabakatı, şu anda iklim değişikliğiyle mücadele konusunda en istekli hükümet programı olarak konumlanıyor. 2020’de bu kadar göz önünde olmasa da program, “AB’yi modern, kaynakları verimli kullanacak ve rekabetçi bir ekonomiyle adil ve refah düzeyi yüksek bir topluma dönüştürmek” amacıyla harekete geçti.
Yeşil Mutabakat, temelde, AB ekonomisini dekarbonize etmeyi ve “ekonomik büyümeyi kaynak kullanımından ayrıştırmayı” amaçlayan bir ekonomik büyüme stratejisidir. Avrupa Komisyonu (Avrupa Birliğinin yürütme kolu) tarafından tasarlanan bu plan, işçilere, tüketicilere ve biyoçeşitliliğe yönelik korumanın artırılmasını amaçlıyor. Planın temel dayanaklarından biri, 2050 yılına kadar nötr karbon hedefini yasal olarak bağlayıcı hale getirecek ve Komisyonun Üye Devletlerin ilerlemesini izlemesine olanak tanıyacak “Avrupa İklim Yasası” önerisidir. Endüstride dekarbonizasyonu desteklemek için Komisyon, şirketlerin standart bir metodoloji kullanarak çevresel etki iddialarını kanıtlamalarını ve “yeşil” ürünler için etiketleme düzenlemelerini güçlendirmelerini zorunlu kılarak yeşil yıkamayı (greenwashing) sınırlandıracak yasal teklifler duyurdu. Yeşil Mutabakat aynı zamanda, ekonomileri fosil yakıtlara en çok bağımlı olan bölgeleri desteklemek için tasarlanmış Adil Geçiş Mekanizması için en az 100 milyar €’yu da içerecek şekilde, en az 1 trilyon €’yu sürdürülebilir yatırıma yönlendirme planını da içeriyor.
Ancak büyük hedeflerine rağmen, mevcut Yeşil Düzen’in başarılı bir geçiş için gerekli olan ekonomik ve politik dönüşümleri getirmesi pek olası görünmüyor. Mevcut çerçeve, neoliberal düzeni en az iki açıdan yeniden doğruluyor. Birincisi, devletlerin düzenleyici ve mali yetkilerini kısıtlayan AB yatırım ve yönetişim rejimine dokunmuyor. İkincisi, önerilen “adil geçiş”, yalnızca üye devletler arasındaki bölgesel dinamiklere ve eşitsizliklere odaklanarak, fosil yakıt ekonomisine içsel olan ayrımları yeniden üretme riski taşıyor.
Tasarruf Adı Altında Devletlerin Düzenleme Özerkliğine Kısıtlama
AB’de uluslararası ticarete, yatırıma ve ekonomik yönetişime ilişkin sayısız kural, karbonsuz bir ekonomiye geçiş için gereken cesur değişiklikleri geciktirme potansiyeline sahiptir.
Bilim insanları ve aktivistler, onlarca yıldır uluslararası yatırım rejiminde oluşan güç eşitsizliklerine dikkat çekiyorlar. Yatırımcıların çıkarlarına hareket etme eğilimindeki elit hukukçuların oluşturduğu küçük bir grup tarafından yönetilen hakem mahkemeleri, devletlerin özel aktörlere milyonlarca tazminat ödemesine hükmederek onları ödüllendirdi. Yatırımcı-devlet arasında baş gösteren tahkim tehdidi, devletlerin çevre politikasını yürürlüğe koyma konusundaki düzenleyici yetkilerini oldukça kısıtlıyor.
Örneğin, Hollanda ve İtalya, iklim değişikliğine yönelik mevzuat nedeniyle kaybettikleri “gelecekteki kârları” için tazminat talep eden fosil yakıt şirketlerinin silah haline getirdiği Enerji Şartı Anlaşması (EŞA) dolayısıyla çeşitli ihtilaflarla karşı karşıyadır. Bu davalar, Hollanda’nın kömürü aşamalı olarak kaldırma planına ve İtalya'nın petrol sondajını yasaklamasına yanıt olarak açıldı. Her iki dava da yatırım yasalarının ekolojik dönüşüm için oluşturduğu tehdidi gösteriyor. Bunların hiçbiri yeni değildir. Yatırımcı-devlet anlaşmazlık çözümü (ISDS), Güney Yarımküre’deki davalı devletleri on yıllardır rahatsız ediyor. Şimdi de ektiklerini biçiyorlar.
Bu zorluklara yanıt olarak AB, şu anda fosil yakıtlara yapılan yatırımları caydırmak için EŞA’yı ‘modernleştirme’ çabalarına destek oluyor. Kanada ile yapılan Kapsamlı ve Ekonomik Ticaret Anlaşması gibi yeni nesil uluslararası yatırım anlaşmaları, devletlerin çevrenin korunması için “düzenleme yapma hakkını” açıkça ortaya koyuyor ve devletlerin yeşil enerji politikalarını yasalaştırmalarını sağlamak amacıyla “kamulaştırma” ve “adil ve eşit muamele” tanımlarını daraltıyor. Ancak bu noktada, bu değişikliklerin ISDS’nin halihazırda neden olduğu “mevzuatta donma”yı aşmak için yeterli olup olmayacağı belirsizdir.
Yatırım anlaşması rejimlerinin yanı sıra, AB ekonomik yönetişim yapıları da devletlerin iddialı iklim politikasını yürürlüğe koyma yeteneklerini sınırlandırıyor. 1990’larda Avrupa Para Birliği kurulduğundan beri AB, euro bölgesi için para politikaları belirledi ve Üye Devletlerin mali ve ekonomik politikaları arasındaki koordinasyonu sağladı. Bununla birlikte, 2008'deki borç krizinden bu yana, AB neoliberal yönetişim ilkelerini ve tasarruf önlemlerini uyguladı. Ulusal bütçeler, mali “istikrar”ı sosyal refahın üzerinde tutan ve açıkların ve borçların Üye Devletler tarafından kararlaştırılan eşiklerin (COVID-19 krizinin tetiklediği istisnalar dışında, eyaletlerin yıllık açıkları için GSYİH'nın %3’ü ve borç için GSYİH’nin %60’ı) altında kalmasını gerektiren Avrupa Sömestr çerçevesi –ekonomik politikanın koordinasyonu için kullanılan temel AB döngüsü– aracılığıyla yakından izleniyor.
Yeşil Mutabakat’ta söz edilen devasa yatırımlar, mali tasarruf rejimiyle bağdaşmıyor. Avrupa Ekonomik Sosyal Komitesi’nin Adil Geçiş Fonu hakkındaki görüşünde açıkça belirttiği gibi, AB’nin iki seçeneği var: “Ya küresel ısınma sürecini gerçekten tersine çevirmek istiyoruz ve bu yüzden de yatırım yapmak için büyük meblağlar bulmalıyız ya da sadece vicdanları ve kamu maliyesini iyi durumda tutmak için bazı düzeltici önlemler almak istiyoruz”. Yeşil harcamalar mevcut ekonomik yönetişim kurallarından dışlanmazsa, çevre koruma diğer sosyal politikalarla aynı tasarruf mantığına tabi olacaktır.
Sınırlı Bir Sosyal Adalet Anlayışı
Yeşil Mutabakat’taki diğer sınırlandırmalar, ırk, toplumsal cinsiyet ve sınıf konusunda sessiz kalan Adil Dönüşüm Mekanizması’nın temelinde yer alan zayıf iklim adaleti kavramına da yansıyor.
Adil Geçiş Mekanizması, fonları en çok fosil yakıtlara ve diğer karbon yoğun endüstrilere bağımlı olan bölgelere yönlendiriyor. Komisyona göre, Adil Geçiş Fonu, işçiler ve iş arayanlar için beceri tazeleme yoluyla bu bölgelerde ekonomik çeşitlendirmeye odaklanacak. 2018’de yapılan bir araştırmaya göre, kömür endüstrisinde AB’de yaklaşık 500.000 kişi (doğrudan 273.000, dolaylı olarak 215.000) istihdam ediliyor ve bunların çoğu Polonya’da yaşıyor (110.000 doğrudan iş). Çalışma ayrıca, AB’nin çevresindeki bazı bölgelerin -yani Polonya, Çekya, Romanya ve Bulgaristan’daki bölgelerin- enerji dönüşümünden özellikle ağır şekilde etkileneceğini gösteriyor.
Bu tür emek odaklı politika bir zorunluluktur. Bu politika, dönüşümün sıfır toplamlı doğasını ele alıyor ve Avrupa’ya şüpheyle yaklaşan partilere desteğin giderek arttığı bir ortamda AB politikalarının meşruiyetini pekiştiriyor. Ancak “adil bir dönüşüm” sadece fosil yakıtla ilgili işlere ve bölgeler arasındaki eşitsizliklere odaklanmamalıdır. Bunun yanı sıra, bu geçiş, ırksallaştırılmış azınlıklar, kadınlar ve düşük gelirli toplulukların taşıdığı farklı çevresel yükleri de ele almalıdır.
Örneğin, Yeşil Mutabakat’ta Komisyon, başarılı bir geçiş için ele alınması gereken önemli bir sorun olarak “enerji yoksulluğu”ndan haklı olarak bahsediyor; ancak bunun cinsiyet ve ırksal yönlerini ele almakta başarısız kalıyor. Şu anda 54 milyondan fazla Avrupalı, elektrik faturalarını ödeyemedikleri veya yüksek enerji kalitesine erişemedikleri için evlerini ısıtamıyor. Enerji yoksulluğunun cinsiyete dayalı boyutunu incelemeye yönelik çalışmalara başlanmış olsa da Roman topluluklarına karşı ayrımcılık AB’de aşikâr bir yapısal sorun olmasına rağmen, bu sorunun ırksal boyutlarını ortaya çıkarmak için bu zamana kadar çok az şey yapıldı.
Roman toplulukları maddi yoksunlukla karşı karşıya ve çevresel problemlerin sıkıntısını çekiyor. Birçok Roman hane halkı, ısı ve elektrik dahil olmak üzere temel kamu hizmetlerine erişimden yoksun. Birçok ilçede tarihsel eşitsizlikler, süregelen ayrımcılık nedeniyle daha da kötü bir hale geliyor. Avrupa Birliği Adalet Divanı’nda görülen iki dava (burada ve burada), Roman topluluklarında elektrik sayaçlarının kurulumundaki ayrımcı uygulamaları bize gösteriyor. Mahkeme, şirketlerin gerekçelerinin –sayaçların kurcalanacağı veya zarar göreceğine dair endişelerin– ırksal klişelere dayandığını belirtiyor. Bu vakalar, enerji arzının, toplulukları ırk ve etnik köken sebebiyle marjinalleştiren önyargılarla nasıl şekillendiğini gösteriyor.
Adil Geçiş Mekanizması, yeşil enerjiye geçişte kaybeden işçileri hedef alarak, dağıtım adaletinin yalnızca bir yönünü ele alıyor. Güvencesiz işlerin arttığı ve Avrupa nüfusunun %20’sinden fazlasının yoksulluk riski altında olduğu, daha geniş ölçekte cinsiyete ve ırka dayalı eşitsizlik durumuna meydan okumuyor. Gerçekten “adil” olan bir dönüşüm, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün vurguladığı gibi, herkese makul birer iş sağlamayı, daha fazla sosyal kapsayıcılığı ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasını içermelidir.
Yeşil Mutabakat’ın başarılı olmak için fosil yakıt ekonomisine gömülü neoliberal ve ayrımcı mantıkla yüzleşmesi gerekiyor. Onlarca yıldır STK’lar, yerel topluluklar ve bilim insanları gerekli sosyal ve politik dönüşümlere rehberlik edecek çerçeveler geliştirdiler. Gerçekten dönüştürücü bir plan tasarlamak için Komisyon bu fikirleri ciddiye almalıdır, aksi halde iklim acil durumunun tüm boyutlarını ele alma fırsatını kaçıracaktır.
Orijinal metin “The European Green Deal: A Transformative Mirage” başlığıyla 27 Nisan 2021 tarihinde LPE Blog sitesinde yayımlanmıştır, orijinal metne bağlantı üzerinden erişmeniz mümkündür.